Yaklaşık 25 yılı devirmiş lise arkadaşları olarak yurtdışı gezilerimizin ilkine Prag’ın noel pazarlarında başlamıştık. Birkaç sene sonra aramızdan biri Münih’e yerleşince, ikinci durağımız Münih olmuştu. Baktık birlikte olunca günlerimiz öyle keyifli ve filtresiz geçiyor ki 2024’ü bitirmeden uzun yıllardır aklımızda olan Budapeşte’yi keşfedelim dedik.
Eğer hazırsanız azıcık kırık iki mühendis ve bir doktorun renkli Budapeşte maceralarına başlıyorum. Gezinin ilk dakikalarında, daha Ankara’dan İstanbul uçağına biner binmez şans yüzümüze gülmeye başladı. Tuğba’nın betimlemesine göre yanımızdaki yolcuyla tıpkı kayınvalidesi gibi muhabbete girince, bir çırpıda arkadaşın tüm gelmişini geçmişini öğrenmiş olduk. Meğerse Ozan, Ankara’da Macar Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmuş. Sonrasında Budapeşte’ye yerleşmiş, uzun yıllardır orada Türklere Macarca öğretiyormuş. Tüm bu bilgiler hayatında ilk defa Budapeşte’ye giden bizler için altın değerindeydi. Sağ olsun tüm gezilecek yerleri, gidilecek restoranları, yemeden dönmememiz gereken şeyleri telefonumuza yazdı. Malum Macar dili bize oldukça uzak olduğu için söylese de anlayıp not almamız mümkün değildi.
Hatta havaalanında indiğimizde otobüs bileti almamıza yardımcı olarak, yolda bize eşlik etti ve ülkeyle ilgili tüm sorularımıza sabırla cevap verdi. O yüzden Budapeşte’de geçirdiğimiz 3 günden alınabilecek en yüksek verimi aldık ve gezi boyunca Ozan’ın bol bol kulaklarını çınlattık.
Kaldığımız yer Jenny Luxury Two Bedrooms Apartment adında şehir merkezinde, 2 yatak odalı, güzel bir mutfağı ve kocaman bir banyosu olan bir apartman dairesiydi. Yenilenmiş, oldukça geniş ve temiz bir evdi. Gördüğünüz üzere apartmanımız da oldukça eski ama bir o kadar da süslüydü.

Eşyaları evimize bıraktıktan sonra St. Stephen’s Basilica’ya (Szent István Bazilika) doğru yola çıktık. Burası adını Macaristan’ın ilk kralı olan Stephen’den almış katolik bir kilise. İçinde kralın sağ eli de sergileniyor. El çürümeden bugünlere geldiği için kutsal olarak kabul ediliyor.

Önce bazilikanın içini gezdik, gerçekten oldukça ihtişamlıydı.

Sonrasında asansör olduğunu fark edemediğimiz için 300’den fazla merdiven çıkarak üst katına çıktık. Yukarıdan Budapeşte manzarası bir harikaydı. Buda Kalesi, Tuna nehri ve daha birçok ikonik yeri izleyebilirsiniz.


Bazilikanın en alt katında da kralın hazinesini ve değerli eşyalarını görebileceğiniz bir müzesi var. Buraya kadar her şey oldukça yolunda gitti. Gezimiz bitince ben bizimkilere bazilikayı çok beğendiğimi, hazır böyle bir spiritüel ortam bulmuşken biraz kendimle baş başa kalıp meditasyon yapmak istediğimi söyledim. Onlar dışarıda kafede otururken ben içeride gözlerim kapalı, kendi dünyama dalmıştım derken birden oldukça gürültülü bir şekilde çanlar çalmaya başladı. Gözlerimi bir açtım ki turistik gezi zamanı bitmiş, akşam ayini başlamış ve etrafım bir sürü teyze ve amcayla dolmuştu. Bu sırada sahneye peder ve yanında birisi daha çıkmıştı. Herkes bir anda ayağa kalkıp Macarca ilahiler söylemeye başladı. Başta bir afalladım, sonra mecburen onlara ayak uydurup ben de ayağa kalktım. Herkes ayağa kalktıkça kalkıyor, oturdukça oturuyordum. İçimden bu da değişik bir tecrübe diyordum ama maalesef olaylar bununla kalmadı. Ara ara haç çıkarıyorlar, hatta bazen dizlerinin üzerine çöküyorlardı. Haç çıkarma ve diz çökme kısımlarına katılmadığım için başıma bir şeylerin gelmesinden endişelenerek ayinin bir an önce bitmesi için dua ediyordum. Bu arada peder birkaç sıvıyı karıştırıp bir şeyler söyleyip içiyor, bense denilenleri hiç mi hiç anlamıyordum. Ayin başlayalı yarım saati geçmişti, meditasyonla rahatlayım derken stres seviyem tavan yapmıştı. Artık dayanacak gücümün kalmadığını hissettiğimde yavaş adımlarla ve her adımımda arkamdan birilerinin seslenmesinden çekinerek dışarıya kendimi zor attım. Ohhh be dünya varmış, Budapeşte’de geçirdiğim en uzun yarım saati kazasız belasız atlatmayı başarmıştım.
Sonrasında Budapeşte sokaklarında gezindik, buranın ünlü lezzetlerinden Chimney Cake’in tadına baktık. Koni biçimli bu kekin içine türlü türlü malzemeler koydurabiliyorsunuz. Ben nutella ve dondurmayı seçtim, oldukça yoğun ama lezzetli bir tatlıydı. Biz 3 kişi ancak bir tanesini bitirebildik.
Sıra fotoğraflarından bile çok beğendiğim Fisherman Bastion (Halászbástya) yani Balıkçı Tabyası’na gelmişti. Eskiden buraya yakın bir balık pazarı varmış ve balıkçılar tarih boyunca savaşlarda hep ülkelerine yardım etmişler, bu nedenle gözetleme kuleleri olarak kullanılan bu yapının ismini balıkçıların anısına Balıkçı Tabyası koymuşlar.

Biz gittiğimizde yavaş yavaş akşam karanlığı çökmeye başlamıştı, ışıklandırmalarla ortam o kadar masalsı gözüküyordu ki.. Karşımızda Tuna nehri, arkasında ışıl ışıl Peşte manzarası ve gökyüzünde dolunay vardı.

Manzaradan o kadar büyülendik ki, kulelerden birinin üzerindeki kafeye oturup doya doya akşamın tadını çıkardık. Dedim ki bu şehre ben daha önce neden gelmemişim?


Sonrasında gecemizin son durağı olarak resimleri sosyal medyada bol bol paylaşılan New York Cafe’ye doğru yola çıktık. Gelmeden rezervasyonumuzu yaptırdığımız için hızlıca oturabildik. Rezervasyonu olmayanlar için kapıda uzun bir kuyruk vardı. Ortam gerçekten de resimlerdeki kadar görkemliydi.

Menüye bir baktık ki ne görelim? 24 ayar altın tozu katılarak yapılmış türlü kahve çeşitleri servis ediyorlar, fiyatı 12€. Bizim karnımız aç olduğu için yemek siparişi verdik. Ben Macarların ünlü çorbası gulaş içmeye karar verdim. Çorba oldukça yoğun etliydi bu nedenle bana biraz ağır geldi. Eğer ortamını merak edip gitmek isterseniz yemek yerine tatlı yiyerek canlı müziğin ve atmosferin keyfini çıkarabilirsiniz.
Sıra geldi Budapeşte’deki en renkli günümüze. Malum Budapeşte termal sularıyla ünlü bir şehir. Buraya gelmeden önce kaplıca da kaplıca diyerek ekibin başının etini yediğim için gelmeden Budapeşte’nin en ünlü kaplıcası Széchenyi Thermal Bath’ta rezervasyonumuzu yaptırmıştık. Cuma ve hafta sonları yoğunluktan dolayı bilet ücretleri daha pahalıydı, o yüzden biz hafta içi gitmeyi tercih ettik. Kaplıcanın içinde bulunduğu City Park da müthişti. Balonla şehri gezebileceğiniz BalloonFly da bu parkın içinde.

Çok kalabalığa kalmadan içeri bir an önce girebilmek için parkın tadını tam anlamıyla çıkaramadık. İçeriye girdiğimizde saat 11’e geliyordu, havuzlar çoktan dolmuştu bile. Ortam oldukça tarihi ve otantikti. Açık alanda 3 tane havuz vardı. Birisi normal sıcaklıktaki yüzme havuzu, bu havuza bone ile girip spor yapabiliyorsunuz. Diğer havuzlara nazaran daha boştu.

Diğeri macera havuzu dedikleri, yazın 30 derece, kışınsa 34 derece olan termal havuzdu. Biz ilk buraya girdik, daha önce gittiğim diğer kaplıcalara nazaran su o kadar ılık geldi ki başta biraz burun kıvırdım açıkçası. Ama daha sonra girdap şeklinde dönen akıntının içinde defalarca sürüklenip, çocuklar gibi eğlendik. Dönerken hızımızı alamayıp romatizmalı teyzelerin üzerine çıktığımız anlar bile oldu. Omuzlarımıza ve sırtımıza akan şelalelerle bol bol masaj yaptık. Allahım dedim yaşamak böyle bir şey olmalı..

Macera havuzunun tadını iyice çıkardıktan sonra 3. havuzu denemeye karar verdik. Havuza ayağımı atmamla “işte bu!!” demem bir oldu. Meğerse bu havuz 38 dereceymiş, aranan termal su sonunda bulunmuştu. İçi o kadar sıcaktı ki, diğerindeki gibi atraksiyonlar yapamıyorsunuz ama içinde durup etrafı izlemek bile insanın ömrüne ömür katıyor.

Bu arada kaplıcanın kapalı alanlarında da farklı sıcaklıklarda bir sürü havuz vardı. İç mekanlar, soyunma odaları, duşlar bana daha önce gezdiğim toplama kamplarını hatırlattı. O yüzden biraz ürpertici geldi diyebilirim.

Kaplıcada yaklaşık 5 saatimizi geçirdik. Eğer başka gezme planlarımız olmasaydı rahatlıkla tüm günümüzü geçirebileceğimiz çok keyifli bir yerdi bence.
Günün ikinci yarısında Budin Kalesi’ne gittik. Kaleye çıkarken Aslanlı Köprü ya da diğer ismiyle Zincirli Köprü’den geçtik. Bu köprü daha önce iki ayrı kent olan Buda ve Peşte’yi birbirine bağlıyor. Rivayete göre köprüyü yapan mühendis kendine o kadar güvenir ki, köprüde bir eksik bulunursa yaşamına son vereceğini iddia eder. Açılış gününde küçük bir kız çocuğu aslanların dilinin olmadığını söyleyince ve bu konu halk arasında konuşulmaya başlayınca mühendis kendini Tuna Nehri’ne atar. Ancak su çok derin olmadığı için yüzerek kıyıya çıkmayı başarır. Her ne kadar bu hikaye nesiller boyu anlatılmış olsa da birçok kaynakta bir şehir efsanesi olduğu belirtiliyor.

Aslanlı Köprüden geçip kaleye doğru yürüdüğümüzde karşımıza finüküler istasyonu çıktı. Yukarıya çıkmak için biletlerimizi aldık ve çıktıkça güzelleşen manzaradan mest olduk.


Kalenin de içinde bulunduğu merkezi bölge UNESCO Dünya Mirası Alanı olarak sınıflandırılmış. Yukarıya ulaşınca bol bol resim çektirdik. Gündüz manzarası müthişti, eminim akşam manzarasının güzelliği de bambaşkadır.

Geldik Budapeşte’deki son günümüze. Gezimizin 3. gününde adından sıkça bahsedilen Macar Ulusal Müzesi’ni ziyaret ettik.

Müze eski çağlardan başlayarak günümüze kadar gelen Macaristan tarihini anlatıyor. Müzenin özellikle komünist dönemi anlatan kısım oldukça etkileyiciydi.


Müzenin tasarımı genel hatlarıyla oldukça başarılıydı ancak sadece burayı gezerek ülkenin tarihini anlamanın zor olduğunu baştan söyleyim. Biz ara ara internetten okuyarak gezdik, o şekilde daha anlamlı oldu.
Sonraki durağımız Budapeşte Büyük Pazarı’ydı. Burası içerisinde hediyelik eşyaların, meyve sebze satıcılarının ve Macaristan sokak lezzetlerinin yer aldığı kocaman bir market.


Biraz alışveriş yaptıktan sonra Macaristan’ın ünlü pişisi langosu denemek istedik ama ortam oldukça kalabalıktı ve oturacak yer bulmak için uzun süre beklememiz gerekiyordu. Bu nedenle marketin karşı sokağındaki puanı oldukça yüksek olan Krumplis Langos’a doğru yürüdük.

Burada tatlısından tuzlusuna çeşit çeşit langos vardı. Yediklerimiz oldukça lezzetliydi. Pişinin üstüne değişik malzemeler koyduğunuzu düşünün, hem lezzetli hem de oldukça düşük maliyetli bir konsept. Her gördüğümüz yeni şeyde olduğu gibi bir yandan yiyip bir yandan da Türkiye’de langos mekanı açmanın hayalini kurduk.

Sokağın başından azıcık yürüdüğümüzde Budapeşte Özgürlük Köprüsü’nü, bir diğer ismiyle Yeşil Köprü’yü gördük. Budapeşte’nin diğer köprüleri gibi burası da oldukça gösterişliydi. “Köprüye çıkmak yasaktır” yazısının altında resim çektirmeden geçmek ayıp olurdu.

Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Ozan’ın tavsiyeleriyle Budapeşte’deki son akşamımızın hakkını oldukça iyi verdik diyebilirim. Önce Marriott Otel’in terasındaki Liz&Chain Rooftop Bar’a gittik. Önden mutlaka rezervasyon yaptırmanız gerekiyor, yoksa aşağıdan asansöre bile binemiyorsunuz. Biz tam güneşin battığı saatlere rezervasyonumuzu yaptırmıştık. Mekanın ambiyansı ve manzarası olağanüstüydü.


Resimde gördünüz beyaz köprü, Elizabeth Köprüsü. İsmini Macaristan Kraliçesi Elizabeth’ten alıyor. Ortamın güzelliğine nazaran fiyatları öyle abartılı değildi. Peynirli Fondü ve kayısılı peynirli yerel bir tatlısını denedik. Hepsi oldukça lezzetliydi.


Buralara gelmişken Macaristan’a özel bir konsept olan ruin barlara uğramadan dönmek olmazdı. Ruin yani harabe barlar, daha çok Eski Yahudi Mahallesindeki terk edilmiş binalarda oradan buradan toplanan eşyalarla dekore edilmiş oldukça yaratıcı mekanlara deniliyor.
Geceye noktayı Budapeşte’nin en ünlü ruin barı olan Szimpla Kert’te koyduk. İsminin anlamı Sade Bahçe’ymiş. İçeride yemyeşil, ışıl ışıl ve oldukça sıcak bir ortam vardı. Burası eskiden bir sinemaymış, o yüzden mekanın bir sürü farklı odası vardı. Kimisi oldukça kalabalık, kimisi daha sakindi.


Szimpla Kert’te geçirdiğimiz keyifli saatlerin sonunda her gününü dolu dolu yaşadığımız gezimizi noktalamış olduk. Budapeşte’yi daha önce görmeyenlere ilk fırsatta biletlerini almalarını ve gezerken bol bol kulaklarımı çınlatmalarını diliyorum.
Budapeşte gerçekten bir rüya gibi geçmişti ama Ankara’ya geldiğimde evden bir süre uzak kalmanın hissettirdiği vicdan azabı, iş yerinde birikmiş beni bekleyen konular ve nereden kaptığımı bilmediğim grip yüzünden dedim ki uzunca bir süre bir yere gitmeyeceğim. Rutinim bozulunca bıraktığım yerden devam etmekte fizyolojik ve psikolojik olarak zorlanıyorum gerçekten.
Döndükten bir hafta sonra bu yazıyı tamamlarken ve yaşadığım tüm karmaşık duygular büyük ölçüde halının altına süpürülmüşken diyorum ki bu seneyi bitirmeden sizinle bir noel pazarı gezsek güzel olmaz mı 🙂

























































































































































































































