Blog

  • Budapeşte Rüyası

    Budapeşte Rüyası

    Yaklaşık 25 yılı devirmiş lise arkadaşları olarak yurtdışı gezilerimizin ilkine Prag’ın noel pazarlarında başlamıştık. Birkaç sene sonra aramızdan biri Münih’e yerleşince, ikinci durağımız Münih olmuştu. Baktık birlikte olunca günlerimiz öyle keyifli ve filtresiz geçiyor ki 2024’ü bitirmeden uzun yıllardır aklımızda olan Budapeşte’yi keşfedelim dedik.

    Eğer hazırsanız azıcık kırık iki mühendis ve bir doktorun renkli Budapeşte maceralarına başlıyorum. Gezinin ilk dakikalarında, daha Ankara’dan İstanbul uçağına biner binmez şans yüzümüze gülmeye başladı. Tuğba’nın betimlemesine göre yanımızdaki yolcuyla tıpkı kayınvalidesi gibi muhabbete girince, bir çırpıda arkadaşın tüm gelmişini geçmişini öğrenmiş olduk. Meğerse Ozan, Ankara’da Macar Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmuş. Sonrasında Budapeşte’ye yerleşmiş, uzun yıllardır orada Türklere Macarca öğretiyormuş. Tüm bu bilgiler hayatında ilk defa Budapeşte’ye giden bizler için altın değerindeydi. Sağ olsun tüm gezilecek yerleri, gidilecek restoranları, yemeden dönmememiz gereken şeyleri telefonumuza yazdı. Malum Macar dili bize oldukça uzak olduğu için söylese de anlayıp not almamız mümkün değildi.

    Hatta havaalanında indiğimizde otobüs bileti almamıza yardımcı olarak, yolda bize eşlik etti ve ülkeyle ilgili tüm sorularımıza sabırla cevap verdi. O yüzden Budapeşte’de geçirdiğimiz 3 günden alınabilecek en yüksek verimi aldık ve gezi boyunca Ozan’ın bol bol kulaklarını çınlattık. 

    Kaldığımız yer Jenny Luxury Two Bedrooms Apartment adında şehir merkezinde, 2 yatak odalı, güzel bir mutfağı ve kocaman bir banyosu olan bir apartman dairesiydi. Yenilenmiş, oldukça geniş ve temiz bir evdi. Gördüğünüz üzere apartmanımız da oldukça eski ama bir o kadar da süslüydü.

     

    Eşyaları evimize bıraktıktan sonra St. Stephen’s Basilica’ya (Szent István Bazilika) doğru yola çıktık. Burası adını Macaristan’ın ilk kralı olan Stephen’den almış katolik bir kilise. İçinde kralın sağ eli de sergileniyor. El çürümeden bugünlere geldiği için kutsal olarak kabul ediliyor. 

     

    Önce bazilikanın içini gezdik, gerçekten oldukça ihtişamlıydı.

     

    Sonrasında asansör olduğunu fark edemediğimiz için 300’den fazla merdiven çıkarak üst katına çıktık. Yukarıdan Budapeşte manzarası bir harikaydı. Buda Kalesi, Tuna nehri ve daha birçok ikonik yeri izleyebilirsiniz.

     

     

    Bazilikanın en alt katında da kralın hazinesini ve değerli eşyalarını görebileceğiniz bir müzesi var. Buraya kadar her şey oldukça yolunda gitti. Gezimiz bitince ben bizimkilere bazilikayı çok beğendiğimi, hazır böyle bir spiritüel ortam bulmuşken biraz kendimle baş başa kalıp meditasyon yapmak istediğimi söyledim. Onlar dışarıda kafede otururken ben içeride gözlerim kapalı, kendi dünyama dalmıştım derken birden oldukça gürültülü bir şekilde çanlar çalmaya başladı. Gözlerimi bir açtım ki turistik gezi zamanı bitmiş, akşam ayini başlamış ve etrafım bir sürü teyze ve amcayla dolmuştu. Bu sırada sahneye peder ve yanında birisi daha çıkmıştı. Herkes bir anda ayağa kalkıp Macarca ilahiler söylemeye başladı. Başta bir afalladım, sonra mecburen onlara ayak uydurup ben de ayağa kalktım. Herkes ayağa kalktıkça kalkıyor, oturdukça oturuyordum. İçimden bu da değişik bir tecrübe diyordum ama maalesef olaylar bununla kalmadı. Ara ara haç çıkarıyorlar, hatta bazen dizlerinin üzerine çöküyorlardı. Haç çıkarma ve diz çökme kısımlarına katılmadığım için başıma bir şeylerin gelmesinden endişelenerek ayinin bir an önce bitmesi için dua ediyordum. Bu arada peder birkaç sıvıyı karıştırıp bir şeyler söyleyip içiyor, bense denilenleri hiç mi hiç anlamıyordum. Ayin başlayalı yarım saati geçmişti, meditasyonla rahatlayım derken stres seviyem tavan yapmıştı. Artık dayanacak gücümün kalmadığını hissettiğimde yavaş adımlarla ve her adımımda arkamdan birilerinin seslenmesinden çekinerek dışarıya kendimi zor attım. Ohhh be dünya varmış, Budapeşte’de geçirdiğim en uzun yarım saati kazasız belasız atlatmayı başarmıştım.

    Sonrasında Budapeşte sokaklarında gezindik, buranın ünlü lezzetlerinden Chimney Cake’in tadına baktık. Koni biçimli bu kekin içine türlü türlü malzemeler koydurabiliyorsunuz. Ben nutella ve dondurmayı seçtim, oldukça yoğun ama lezzetli bir tatlıydı. Biz 3 kişi ancak bir tanesini bitirebildik. 

    Sıra fotoğraflarından bile çok beğendiğim Fisherman Bastion (Halászbástya) yani Balıkçı Tabyası’na gelmişti. Eskiden buraya yakın bir balık pazarı varmış ve balıkçılar tarih boyunca savaşlarda hep ülkelerine yardım etmişler, bu nedenle gözetleme kuleleri olarak kullanılan bu yapının ismini balıkçıların anısına Balıkçı Tabyası koymuşlar.

     

    Biz gittiğimizde yavaş yavaş akşam karanlığı çökmeye başlamıştı, ışıklandırmalarla ortam o kadar masalsı gözüküyordu ki.. Karşımızda Tuna nehri, arkasında ışıl ışıl Peşte manzarası ve gökyüzünde dolunay vardı.

     

    Manzaradan o kadar büyülendik ki, kulelerden birinin üzerindeki kafeye oturup doya doya akşamın tadını çıkardık. Dedim ki bu şehre ben daha önce neden gelmemişim?

     

     

    Sonrasında gecemizin son durağı olarak resimleri sosyal medyada bol bol paylaşılan New York Cafe’ye doğru yola çıktık. Gelmeden rezervasyonumuzu yaptırdığımız için hızlıca oturabildik. Rezervasyonu olmayanlar için kapıda uzun bir kuyruk vardı. Ortam gerçekten de resimlerdeki kadar görkemliydi. 

     

    Menüye bir baktık ki ne görelim? 24 ayar altın tozu katılarak yapılmış türlü kahve çeşitleri servis ediyorlar, fiyatı 12€. Bizim karnımız aç olduğu için yemek siparişi verdik. Ben Macarların ünlü çorbası gulaş içmeye karar verdim. Çorba oldukça yoğun etliydi bu nedenle bana biraz ağır geldi. Eğer ortamını merak edip gitmek isterseniz yemek yerine tatlı yiyerek canlı müziğin ve atmosferin keyfini çıkarabilirsiniz.

    Sıra geldi Budapeşte’deki en renkli günümüze. Malum Budapeşte termal sularıyla ünlü bir şehir. Buraya gelmeden önce kaplıca da kaplıca diyerek ekibin başının etini yediğim için gelmeden Budapeşte’nin en ünlü kaplıcası Széchenyi Thermal Bath’ta rezervasyonumuzu yaptırmıştık. Cuma ve hafta sonları yoğunluktan dolayı bilet ücretleri daha pahalıydı, o yüzden biz hafta içi gitmeyi tercih ettik. Kaplıcanın içinde bulunduğu City Park da müthişti. Balonla şehri gezebileceğiniz BalloonFly da bu parkın içinde.

     

    Çok kalabalığa kalmadan içeri bir an önce girebilmek için parkın tadını tam anlamıyla çıkaramadık. İçeriye girdiğimizde saat 11’e geliyordu, havuzlar çoktan dolmuştu bile. Ortam oldukça tarihi ve otantikti. Açık alanda 3 tane havuz vardı. Birisi normal sıcaklıktaki yüzme havuzu, bu havuza bone ile girip spor yapabiliyorsunuz. Diğer havuzlara nazaran daha boştu.

     

    Diğeri macera havuzu dedikleri, yazın 30 derece, kışınsa 34 derece olan termal havuzdu. Biz ilk buraya girdik, daha önce gittiğim diğer kaplıcalara nazaran su o kadar ılık geldi ki başta biraz burun kıvırdım açıkçası. Ama daha sonra girdap şeklinde dönen akıntının içinde defalarca sürüklenip, çocuklar gibi eğlendik. Dönerken hızımızı alamayıp romatizmalı teyzelerin üzerine çıktığımız anlar bile oldu. Omuzlarımıza ve sırtımıza akan şelalelerle bol bol masaj yaptık. Allahım dedim yaşamak böyle bir şey olmalı..

     

    Macera havuzunun tadını iyice çıkardıktan sonra 3. havuzu denemeye karar verdik. Havuza ayağımı atmamla “işte bu!!” demem bir oldu. Meğerse bu havuz 38 dereceymiş, aranan termal su sonunda bulunmuştu. İçi o kadar sıcaktı ki, diğerindeki gibi atraksiyonlar yapamıyorsunuz ama içinde durup etrafı izlemek bile insanın ömrüne ömür katıyor.

     

    Bu arada kaplıcanın kapalı alanlarında da farklı sıcaklıklarda bir sürü havuz vardı. İç mekanlar, soyunma odaları, duşlar bana daha önce gezdiğim toplama kamplarını hatırlattı. O yüzden biraz ürpertici geldi diyebilirim.

     

    Kaplıcada yaklaşık 5 saatimizi geçirdik. Eğer başka gezme planlarımız olmasaydı rahatlıkla tüm günümüzü geçirebileceğimiz çok keyifli bir yerdi bence.

    Günün ikinci yarısında Budin Kalesi’ne gittik. Kaleye çıkarken Aslanlı Köprü ya da diğer ismiyle Zincirli Köprü’den geçtik. Bu köprü daha önce iki ayrı kent olan Buda ve Peşte’yi birbirine bağlıyor. Rivayete göre köprüyü yapan mühendis kendine o kadar güvenir ki, köprüde bir eksik bulunursa yaşamına son vereceğini iddia eder. Açılış gününde küçük bir kız çocuğu aslanların dilinin olmadığını söyleyince ve bu konu halk arasında konuşulmaya başlayınca mühendis kendini Tuna Nehri’ne atar. Ancak su çok derin olmadığı için yüzerek kıyıya çıkmayı başarır. Her ne kadar bu hikaye nesiller boyu anlatılmış olsa da birçok kaynakta bir şehir efsanesi olduğu belirtiliyor.

     

    Aslanlı Köprüden geçip kaleye doğru yürüdüğümüzde karşımıza finüküler istasyonu çıktı. Yukarıya çıkmak için biletlerimizi aldık ve çıktıkça güzelleşen manzaradan mest olduk. 

     

     

    Kalenin de içinde bulunduğu merkezi bölge UNESCO Dünya Mirası Alanı olarak sınıflandırılmış. Yukarıya ulaşınca bol bol resim çektirdik. Gündüz manzarası müthişti, eminim akşam manzarasının güzelliği de bambaşkadır.

     

    Geldik Budapeşte’deki son günümüze. Gezimizin 3. gününde adından sıkça bahsedilen Macar Ulusal Müzesi’ni ziyaret ettik.

     

    Müze eski çağlardan başlayarak günümüze kadar gelen Macaristan tarihini anlatıyor. Müzenin özellikle komünist dönemi anlatan kısım oldukça etkileyiciydi.

     

     

    Müzenin tasarımı genel hatlarıyla oldukça başarılıydı ancak sadece burayı gezerek ülkenin tarihini anlamanın zor olduğunu baştan söyleyim. Biz ara ara internetten okuyarak gezdik, o şekilde daha anlamlı oldu.

    Sonraki durağımız Budapeşte Büyük Pazarı’ydı. Burası içerisinde hediyelik eşyaların, meyve sebze satıcılarının ve Macaristan sokak lezzetlerinin yer aldığı kocaman bir market. 

     

     

    Biraz alışveriş yaptıktan sonra Macaristan’ın ünlü pişisi langosu denemek istedik ama ortam oldukça kalabalıktı ve oturacak yer bulmak için uzun süre beklememiz gerekiyordu. Bu nedenle marketin karşı sokağındaki puanı oldukça yüksek olan Krumplis Langos’a doğru yürüdük.

     

    Burada tatlısından tuzlusuna çeşit çeşit langos vardı. Yediklerimiz oldukça lezzetliydi. Pişinin üstüne değişik malzemeler koyduğunuzu düşünün, hem lezzetli hem de oldukça düşük maliyetli bir konsept. Her gördüğümüz yeni şeyde olduğu gibi bir yandan yiyip bir yandan da Türkiye’de langos mekanı açmanın hayalini kurduk.

     

    Sokağın başından azıcık yürüdüğümüzde Budapeşte Özgürlük Köprüsü’nü, bir diğer ismiyle Yeşil Köprü’yü gördük. Budapeşte’nin diğer köprüleri gibi burası da oldukça gösterişliydi. “Köprüye çıkmak yasaktır” yazısının altında resim çektirmeden geçmek ayıp olurdu.

     

    Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Ozan’ın tavsiyeleriyle Budapeşte’deki son akşamımızın hakkını oldukça iyi verdik diyebilirim. Önce Marriott Otel’in terasındaki Liz&Chain Rooftop Bar’a gittik. Önden mutlaka rezervasyon yaptırmanız gerekiyor, yoksa aşağıdan asansöre bile binemiyorsunuz. Biz tam güneşin battığı saatlere rezervasyonumuzu yaptırmıştık. Mekanın ambiyansı ve manzarası olağanüstüydü.

     

     

    Resimde gördünüz beyaz köprü, Elizabeth Köprüsü. İsmini Macaristan Kraliçesi Elizabeth’ten alıyor. Ortamın güzelliğine nazaran fiyatları öyle abartılı değildi. Peynirli Fondü ve kayısılı peynirli yerel bir tatlısını denedik. Hepsi oldukça lezzetliydi.

     

     

    Buralara gelmişken Macaristan’a özel bir konsept olan ruin barlara uğramadan dönmek olmazdı. Ruin yani harabe barlar, daha çok Eski Yahudi Mahallesindeki terk edilmiş binalarda oradan buradan toplanan eşyalarla dekore edilmiş oldukça yaratıcı mekanlara deniliyor.

    Geceye noktayı Budapeşte’nin en ünlü ruin barı olan Szimpla Kert’te koyduk. İsminin anlamı Sade Bahçe’ymiş. İçeride yemyeşil, ışıl ışıl ve oldukça sıcak bir ortam vardı. Burası eskiden bir sinemaymış, o yüzden mekanın bir sürü farklı odası vardı. Kimisi oldukça kalabalık, kimisi daha sakindi.

     

     

    Szimpla Kert’te geçirdiğimiz keyifli saatlerin sonunda her gününü dolu dolu yaşadığımız gezimizi noktalamış olduk. Budapeşte’yi daha önce görmeyenlere ilk fırsatta biletlerini almalarını ve gezerken bol bol kulaklarımı çınlatmalarını diliyorum.

    Budapeşte gerçekten bir rüya gibi geçmişti ama Ankara’ya geldiğimde evden bir süre uzak kalmanın hissettirdiği vicdan azabı, iş yerinde birikmiş beni bekleyen konular ve nereden kaptığımı bilmediğim grip yüzünden dedim ki uzunca bir süre bir yere gitmeyeceğim. Rutinim bozulunca bıraktığım yerden devam etmekte fizyolojik ve psikolojik olarak zorlanıyorum gerçekten.

    Döndükten bir hafta sonra bu yazıyı tamamlarken ve yaşadığım tüm karmaşık duygular büyük ölçüde halının altına süpürülmüşken diyorum ki bu seneyi bitirmeden sizinle bir noel pazarı gezsek güzel olmaz mı 🙂

  • Hamburg Gezisi

    Hamburg uzun süredir aklımda olan, oldukça merak ettiğim bir şehirdi. Liman kenti olması, şehrin sokaklarından geçen Elbe Nehri ve yüksek gelir seviyesi nedeniyle hep çok şık ve ihtişamlı hayal etmiştim onu. Sarper’le bayram tatilini fırsat bilip, Atlas’ı babannesi ve dedesine bırakıp Sunexpress’in İzmir’den direkt uçuşuyla kısa bir kaçamak yaptık. 

    Tabi insanın bir şehre İzmir’den gitmesi, gittiği yerin değerlendirilmesi sırasında dezavantaj yaratmıyor değil. O yüzden İzmir’in güneşli ışıl ışıl baharından Hamburg’un buz gibi, karanlık havasına inince alışmak için biraz zamana ihtiyacımız oldu.

    Otelimiz nispeten merkezi bir konumdaki Super 8 by Wyndham Hamburg Mitte’ydi. Şehirde metroyla her yere ulaşım oldukça rahat, o yüzden metro istasyonu yakınlarında konaklamak en iyisi. Bizim otelimizin en büyük dezavantajı odada buzdolabının olmamasıydı, insan rezervasyon yaparken buzdolabı var mı diye de bakmıyor açıkçası, o yüzden Hamburg’a gelirseniz yine o civarlarda başka bir otelde kalmanızı tavsiye ederim. Odamız bizi duvarda şehrin ünlü bölgesi Speicherstadt’tan güzel bir fotoğrafla karşıladı.

    Burası zamanında gümrük vergisinden muaf ticaretin yapıldığı, depolardan oluşan bir bölgeymiş. Konteynırların keşfinden sonra binalar işlevini yitirmiş ve birçoğu müzeye çevrilmiş. 2015 yılında da bölge, Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınmış.

    İlk akşam büyük bir hevesle Speicherstadt bölgesine doğru gittik. Kanalların arasından geçerek şehrin sokaklarında dolaştık. Ama o da ne? Kırmızı kiremit binaları, kahverengi akan Elbe Nehri ve bolca metal köprüleriyle Hamburg hiç de hayal ettiğim gibi değildi. Yani böyle metalik, ruhsuz, renksiz ve basık bir havası vardı. 

    Hamburg’a gelmişken Hamburger yemeden olur mu hiç? Bilmeyenler için zamanında Hamburglu bir tüccar, Orta Asya’da tatar bifteğini görmüş ve bu lezzeti Almanya’ya getirmiş. Daha sonraları bir aşçı bu eti kızartmış ve ona “Hamburg’a ait” anlamında “hamburger” adını vermiş. Biz de akşam yemeği için yolumuzun üzerindeki Jim Block isimli restorana oturduk ve iştahla hamburgerlerimizi yedik.

    Sonrasında yürüyerek ünlü konser salonu Elphilharmonie, yanı kısa ismiyle Elphi’ye doğru gittik. Elphi, şehrin tüm o basıklığı içinde insanın içini açıyor, tam anlamıyla güneş gibi parlıyordu.

    Buranın asıl amacı konserlere ev sahipliği yapmak olsa da içinde bir otel, restoran ve kafe de var. Tasarım harikası bina, eski kiremitten depoların üzerine su dalgası şeklindeki camların yerleştirilmesiyle oluşturulmuş. 2017’de açılmış ve tam tamına 866 Milyon Euro’ya mal olmuş. Binanın girişinden ücretsiz bir şekilde plaza bileti alarak yukarı çıkabiliyorsunuz, hem şehrin panaromik manzarasını izleyebiliyor, hem de bir şeyler atıştırabiliyorsunuz.

    Hamburg’da geçirdiğimiz her gün istisnasız Elphi’yi ziyaret ettik. Tabi bunun bir nedeni de konser bileti kovalamamızdı. Buraya gelmeden bilet almayı düşünmüştüm ama nasıl olduysa aldım sanıp ödemeyi yapmamışım. Geldiğimizde tüm biletler tükendiği için her akşam “box office”e düşen, yani son dakikada gelmekten vazgeçenlerin biletlerini almaya çalıştık. Neyse ki dönmeden son akşamımızda bir konsere girmeyi başarabildik. Konserin detaylarına daha sonra geleceğim.

    Gelelim Hamburg’daki ikinci günümüze. İkinci gün, şehri yürüyerek gezdiren turlardan birine katıldık. Daha önce farklı şehirleri gezmek için katıldığım bu turları oldukça seviyorum. Lisanslı bir tur rehberiyle yaklaşık 2 saat süren turda, şehrin önemli yerlerine yürüyerek gidiyorsunuz. Turun belli bir ücreti yok, bitiminde memnun kaldığınız oranda bir ödeme yapıyorsunuz. Get Your Guide üzerinden rezerve ettiğimiz turumuz Hamburg Belediye Binası’nda başladı.

    Burası Buckingham Palace’dan sonra dünyanın en büyük ikinci belediye binasıymış. İçine girip giriş katını gezebiliyorsunuz. Tur boyunca rehberimiz bolca 1842’de yaşanan Hamburg yangınından bahsetti. Yangın ilk önce bir sigara fabrikasında başlamış, daha sonra hızla diğer binalara sıçramış. Bu yangın sırasında şehrin yaklaşık üçte biri kül olmuş, binlerce insan evsiz kalmış. Belediye binası da maalesef bu yangından nasibini almış ve sonradan aslına uygun olarak tamir edilmiş. 

    Şehir ikinci darbeyi 2. Dünya Savaşı sırasında yaşamış. Atılan 10.000 ton bomba nedeniyle neredeyse bütün şehir bir kez daha yanmış. Hamburglular önemli yerleri korumak ve adres şaşırtmak için tüm nehirlerin üzerini kapatmışlar. Böylece hedeflenen yerlerin yukarıdan tespit edilmesi ve vurulması kolay olmamış. Bu sayede Belediye Binası 2. Dünya Savaşı’ndan sağ salim çıkabilmiş. 

    Rehberimiz şehirde neyin eski neyin yeni yapıldığını ayırt edebilmemiz için bize bir tüyo verdi. Çatılarda kullanılan bakırın ilk rengi kahverengi oluyormuş. Bu renk uzun yıllar sonra yeşile dönüyormuş. Buradan çatısı kahverengi olan binaların bombalandığını ve diğerlerine göre daha yeni olduğunu, yeşil olanların ise çok eskiden günümüze kadar gelmeyi başardıklarını anlayabiliyoruz. Yani aynı Belediye Binası’nda olduğu gibi. Böyle detayları öğrenmek ve daha önce görüp farkında olmadığım şeyleri keşfetmek mutluluk veriyor.  

    Hamburg’a ilişkin bir diğer bilgi de şehirde toplamda 2.500 tane köprü olmasıymış. Yani Amsterdam ve Venedik’in toplamından bile daha fazla. 

    Köprülerden, kiliselerden ve anıtlardan geçtikten sonra gezimiz Elphi’de son buldu.  Meğerse binanın içinde konser salonları ve otel dışında, 45 tane lüks apartman dairesi de varmış. Rehberimizin dediğine göre geçmiş yıllarda sonuncusu tam 11 Milyon Euro’ya satılmış. Maşallah, ne diyelim Allah satın alana ağız tadıyla oturmayı nasip etsin..

    Oldukça güzel geçen gezimiz sonrasında öğle yemeğini yemek için bir balık restoranına oturduk. Yerel bir lezzet olan Labskaus’u denemek istedim. Gemicilerin uzun deniz yolculuklarında yediği bir yemekmiş. 

    İnternetten resimlerine baktığımda o kadar da korkunç gelmemişti gözüme. Ama tabağımda çiğ bir balık ve kıymalı acayip tadı olan pembe bir şey görünce tüm iştahım kaçtı. Neredeyse her türlü yemeği rahatlıkla yiyebilen ben, zar zor üzerindeki yumurtayı ancak bitirebildim.

    Hüsranla geçen bir yemekten sonra tur rehberimizin övgüyle bahsettiği Miniatur Wunderland’a gittik. Biletleri direkt kapıdan aldık ve çok az bekleyerek içeri girebildik.

    Burası dünyanın çeşitli bölgelerinin 1:87 ölçüsünde küçültülerek modellendiği akıl almaz bir yer. Ayrıca dünyadaki en büyük model demiryolunu da içeriyor. Her yerde vızır vızır minik trenler dolaşıyor. Amerika, Almanya, İtalya ve daha bir sürü ülkenin ünlü meydanlarının, plajlarının, dağlarının aklınıza gelebilecek her türlü yerin maketini yapmışlar. En ufak bir makette ne kadar detay olduğunu bir görseniz, bu projeyi düşünen de, modelleyen de üreten de aklını kaçırmış dersiniz. 

    Biz içeride yaklaşık 3 saat geçirdik. Birkaç saat sonra detaylardan başınız dönmeye başlıyor. Ben en çok Hamburg ve Rio de Janerio maketlerini beğendim. Elphi’nin güzelliğine bakar mısınız? İçinin bile her türlü detayıyla gösterimini yapmışlar.

    Ayrıca her 15 dakikada bir her yer kararıyor ve tüm maketlerde ışıklar yanıyor, gördüğünüz yerlerin gecesini de deneyimlemiş oluyorsunuz. Mesela bu resimler Rio de Jenario’nun gündüzü ve gecesinin modelleri, harika değil mi? Hayran kalmamak mümkün değil.

    Burası da sistemlerin tasarımlarının yapıldığı bir oda. Hala müzeye yeni şehirler eklemeye devam ediyorlar.

    Gerçekten müthiş bir müzeydi. Sarper tüm gezi boyunca mest oldu. Keşke Atlas da bizimle olsaydı da görseydi diye düşündüm. Özellikle erkek çocukları için oldukça ilgi çekici bir yer.

    Akşam üzeri yönümüzü gece hayatıyla ünlü St. Pauli’ye çevirdik. Metro istasyonundan çıktığımızda karşımızda Hamburg Dom adındaki festival alanı duruyordu. Mart-Nisan aylarındaki bahar festivali zamanına denk gelmişiz. İçeride eğlence parkları, yiyecek büfeleri ve küçük bira evleri vardı. 

    St. Pauli’de yürümeye başladığımızda ömrümde hiç görmediğim çılgınlıkta dükkanlar gördüm. Bu dünyada ne hayatlar yaşanıyor, yolunuz düşerse içlerine girmeden geçmeyin derim. Onun dışında barlar ve gece kulüplerinden oluşan canlı ama bence insana o kadar da tekin hissettirmeyen bir atmosferi vardı. 

    Geldik Hamburg’dan ayrılmadan önceki son günümüze. Kahvaltımızı yine favori mekanımızda yaptık. Otelin kahvaltı fiyatı bayağı yüksek olunca, sadece oda ücretini ödemiştik. Otelimizin yakınlarında Mit Herz & Zucker isminde bir kafe keşfettik. İnanılmaz lezzetli bir menüsü var. Avokado tostları, çırpılmış yumurtaları ve pankekleri harika. Sabah erkenden gitmezseniz önünde acayip bir kuyruk oluyor. Hamburg’da geçirdiğimiz her gün kahvaltımızı burada yaptık ve buraya benzer bir mekanı Türkiye’de açmanın hayalini kurmadan edemedik.

    Diğer blog yazılarımı okuyanlar bilir, gittiğimiz şehirlerde Primark varsa uğramadan edemeyiz. Hamburg’dakine de birkaç aktarmayla ulaşabildik. Buradaki mağaza,  diğer yerlerde gördüklerime göre inanılmaz zengin çeşitlere sahipti. İçeride resmen kendimizi kaybettik, hiçbir şey anlamadan saatlerimiz geçmiş. Ama inanılmaz güzel şeyleri çok uygun fiyata aldık diyebilirim. Primark’ın içinde bulunduğu alışveriş merkezi de oldukça güzeldi. Dükkanlara girmemek için kendimi zor tuttum resmen.

    Akşam üzeri günlük konser bileti kovalama aktivitemiz nedeniyle tekrar Elphi’ye uğradık. Ana salondaki konsere bilet bulamasak da, çok şükür ki küçük salondakine bulabildik. Günlerdir hayalini kurduğumuz şey sonunda gerçekleşmişti. Heyecan içinde salona girmeyi bekliyordum.

    Yalnız ortamı bir görseniz gelen insanların çoğu en az 70 yaşın üzerindeydi. Bazılarının ellerinde bastonları zar zor yürüyorlardı. Ama o kadar özenli giyinmişler, öyle güzel gözüküyorlardı ki dedim ki Allah’ım bizlere de şu insanlar gibi yaşlanmayı nasip et.

    Konser vakti geldiğinde merakla salona girdim, bir de ne göreyim sıradan dümdüz bir salon. Koltuk bile yok, sandalyelere oturuyorsunuz. Dedim ki, bu insanlar 866 Milyon Euro’yu nereye harcamışlar acaba?

    Büyük salonun resimlerine bakarsanız gerçekten oldukça gösterişli. Yani siz siz olun, konsere gelecekseniz mutlaka büyük salondan bilet alın. Ama konser güzeldi gerçekten, birkaç saatliğine bizi başka dünyalara götürdü.

    Bu arada katılımcıların yaş ortalamasını saçların beyazlığından anlayabilirsiniz 🙂

    Hamburg’daki son günümüzde çok şükür birazcık güneş açtı, yeşillikler içinde yürüyüş yaptıktan sonra havaalanına doğru yola çıktık.

    Primark’tan yaptığımız alışverişler için vergi iadesi formu doldurmuştuk. Valizlerimizi verdikten sonra formumuzla birlikte iade bankosuna gittik. Meğerse para iadesi almak istediğimiz ürünleri ayrı bir valize koymalı ve formla birlikte buradan teslim etmeliymişiz. Teker teker ürünleri açıp faturasına bakıp kontrol ediyorlarmış. Bizim valizler çoktan araçlara yüklenmişti bile. Maalesef tek kuruş alamadan uçağımıza binmek zorunda kaldık. Bizim için acı bir tecrübe oldu, aman sizler de gezilerinizde bu konuya dikkat edin.

    Hamburg’da geçen birkaç günümüz kültür ve sanat anlamında oldukça besleyiciydi. Rutin hayatımızdan çıkıp yeni şeyler deneyimlemek ufkumuzu açtı. Ama itiraf etmeliyim ki İzmir’de uçaktan indikten sonra derin bir ohh çektim. Bulutsuz, aydınlık ve geniş gökyüzü gibisi yok gerçekten de.. Hamburg gezisinden kalan güzel anılar, bizim hayatımıza ve de umarım bu yazıyı okuyan sizlerin gününe yeni bir renk kattı..

  • Üç Günlük Zürih Hediyesi

    Son zamanlarda evden işe, işten eve koşturmaktan o kadar kendimden uzaklaşmıştım ki.. Hafta içi çok yoğun geçiyor, bitse de bir an önce hafta sonu gelse diye beklerken çocukla hafta sonu daha yorucu oluyor; sonra kendimi keşke bir an önce pazartesi olsa derken buluyordum. Aynı sarmalda dönüp dolaşırken durup dinlenmeye, düşünmeye, nefes almaya, yani yaşamaya vakit bulamıyordum.

    30 Ağustos tatilinde ne yapabiliriz diye düşünürken, en çok ihtiyacım olan şeyin daha önce gitmediğim bir yerin sokaklarında gezinmek olduğunu biliyordum. Ama bu sefer çocuksuz, kafama göre, istediğim gibi olmalıydı. Olur mu acaba derken kendimi biletlere bakarken buldum. Biletlere baktıkça cesaretim arttı ve “şimdi değilse ne zaman?” diyerek harekete geçtim. 

    Gitmeyi kafaya iyice koyduktan sonra işlerin devamı çorap söküğü gibi geldi. Evdeki gerekli ayarlamaları yaptım, hatta bu yolculuğa çıkmaya en az benim kadar hevesli bir arkadaş bile buldum. Londra yazılarından tanıyacağınız Didem’le başladık hemen hazırlıklara. Budapeşte mi olsa yoksa Kopenhag mı, Hamburg mu yoksa Zürih mi derken, uçuş saatleri, bilet fiyatları, gezilecek yerler açısından en çok içimize sinen ve ikimizin de gitmediği Zürih’te karar kıldık. 

    Uçuş günü geldiğinde tüm planları yapmış ve her günün programını belirlemiştik. Tabi her şey planlandığı kadar basit olmadı maalesef. Biz saat 10:30’da şehre inmeyi hayal ederken, Ankara İstanbul Pegasus uçağımız 3 saatlik rötar yaptı ve Zürih uçağını kaçırmış olduk. Bir sonraki uçuş dolu olduğu için bizi ertesi günün uçağına aktardılar. İstanbul’da bir gece geçirecek ve 3 günlük Zürih gezimiz 2 güne düşecekti. Tam bir fiyasko. Moralimiz oldukça bozuk bir şekilde geziyi 1 gün uzatmanın planlarını yaparken bir yandan da tüm yolcuların uçağa binmemesi için dua ederek havaalanında son check-in zamanına kadar bekledik. Neyse ki son dakikada uçakta birkaç kişilik boşluk oluştu ve böylece kendimizi aynı günün bir sonraki uçuşuna zar zor aldırabildik. Saatler süren perişanlık sonrasında akşam vakitlerinde Zürih’e ulaştık. Ohh çok şükür derken kötü kokan havaalanı ve trenlerden sonra şakır şakır yağmurda yürürken acaba yanlış bir seçim mi yaptık diye düşünmeden edemedim. Üstelik hava durumu Ağustos ayında 3 gün aralıksız yağış gösteriyordu.  

    Bu saatten sonra yapılabilecek tek şey her anın tadını çıkarmaya çalışmaktı. Neyse ki otelimizi çok merkezi bir yerde tutmuşuz. Visionapartments (Gerechtigkeitsgasse) küçük ama içinde mutfağı olan, merkeze 10 dakikalık yürüme mesafesinde ve fiyatı da görece ekonomik, güzel bir apartman. 

    Odamıza yerleştikten sonra başladık şehri keşfetmeye. Öncelikle Altstadt (eski şehir) bölgesine yürüyerek sokak sokak dolaştık ve tam da hayal ettiğim gibi sokaklarda kaybolduk.

    Her güzel şehirde olduğu gibi şehrin ortasından bir nehir geçiyor, ismi Limmat Nehri. Görülmesi gereken yerler birbirine oldukça yakın, şehri maksimum 2 günde çok rahatlıkla gezebilirsiniz. Ünlü kiliseler, tarihi binalar ve daracık sokaklar şehre hoş bir hava katmış. 

    Akşam saatlerinde dükkanlar kapalı ve sokaklar ıssız olsa da restoran ve kafeleriyle ünlü Niederdorf Sokağı’nda açık mekan sayısı daha fazlaydı. İlk gün Raclette Factory adında ufak ama şirin bir restorana oturduk. Raclette (Raklet), bebek patateslerin üzerine dökülen erimiş peynirden oluşan geleneksel bir yemekmiş. Bizdeki mıhlamayı patatesin üzerine döktüğünüzü düşünün, aslında oldukça güzel bir fikir, evde de denenebilir. Farklı çeşitleri var, biz Deluxe (trüf peynirli) ve Heidi (sade) çeşitlerini denedik, aromalı peynirlerle arası iyi olanlar için trüf peynirlisi oldukça lezzetliydi. Karnımız doyunca tüm gün çektiğimiz acıları unutmuş ve yüzümüz gülmeye başlamıştı. 

    Ardından şehrin ünlü caddesi Bahnhofstrasse’ye uğradık. Bu caddeden yukarıya kıvrılan Augustinergasse rengarenk binalarıyla ışıl ışıl ve çok şıktı. Ama gördüğünüz gibi sokaklarda dolaşan insan sayısı oldukça azdı. 

    Ertesi sabah ilk işimiz alışveriş için bir Migros bulmak oldu. Evet yanlış duymadınız Migros aslen İsviçreliymiş, burada bayağı çok mağazası var ve ürünleri de oldukça güzel. 

    Migros’tan sonraki durağımız Lindt’in fabrikasıydı. İsviçre’ye gelmişken çikolata fabrikası gezmeden dönmek ayıp olurdu. Giriş biletlerimizi buraya gelmeden birkaç gün önce aldık. Dışarısı yağışlı olduğu için giriş saatimizi beklerken Lindt’in kafesinde oturup sıcak çikolatalarımızı yudumladık. 

    Sonrasında satış mağazasını gezip çeşit çeşit çikolatalar arasında kendimizi kaybettik. 

    Daha tur başlamamıştı ama biz çoktan havaya girmiştik bile. Turumuzun saati gelince sesli rehber eşliğinde başladık bütün hikayeyi dinlemeye. Kakao ağacının nasıl yetiştiğini, ağaçlardan kakaoların nasıl toplandığını, toplandıktan sonra nasıl fermente edildiğini ve çikolataya dönüşürken geçtiği evreleri bir bir öğrendik. Geçmişte kakaoya sadece çok zenginler erişebiliyor ve onu içecek olarak kullanıyorlarmış. Yıllar yıllar sonra içine şeker ve baharatlar karıştırılarak çikolata elde edilmiş. İsviçreliler ise kakaoyu konsantre süt ile birleştirerek dünyanın en kaliteli ve kremamsı çikolatasını keşfetmişler.

    Çikolatanın geçmişini öğrenince sıra turun en lezzetli anına yani sıcak çikolata şelalelerinden kaşık kaşık çikolata yemeye gelmişti. Yalnız burada çok önemli bir bilgi vermeliyim, çikolata ikramları bu şelaleyle sınırlı kalmıyormuş. İleride farklı atraksiyonlar olduğunu bilmediğim için biraz bitter, biraz sütlü, biraz beyaz çikolatalı derken kaşıklarca çikolatayı yemiş bulundum. 

    Az ileride çikolata tadım köşesini gördüğümde kan şekerim çoktan tavan yapmıştı. Bu kısımda da elinizi makinelere uzatıyorsunuz sonra elinize bir çikolata parçası düşüyor, yedikten sonra neli olduğunu tahmin etmeye çalışıyorsunuz. Aslında acayip zevkli ve lezzetli bir oyun ama ahh o kaşıklar yok mu tüm haklarımı onlarla tüketmenin pişmanlığını yaşadım.

    Tüm bu yeme içmeler bittikten sonra çıkışa doğru çeşit çeşit çikolatalardan yiyebiliyor ya da yanınıza alabiliyorsunuz. Çantaları ve montları girişte aldıkları için benim gibi pantolonunuzun cebi de yoksa aldığınız çikolatalar elinizde öylece kalakalıyorsunuz. Neyse yine de ben yediklerimle Didem de cebine sıkıştırdığı çikolatalarla turun masrafını rahatlıkla çıkarttık diyebiliriz 🙂 Yolu Zürih’e düşen herkese tavsiye edebileceğim çok keyifli bir tur oldu gerçekten. 

    Fabrika gezisi sonrası yine şehrin ünlü bir noktası olan Lindenhof Tepesi‘ne doğru yola koyulduk. Tepe diyince bayağı bir yol çıkacağımızı düşünüyordum ama oldukça kolay çıkılabilen, manzarası güzel bir yer burası.

    Oradan aşağıdaki sokaklara doğru geze geze indik. Münsterhof’taki çeşme çok hoşuma gitti. 

    Günün kapanışını peynirli fondüyle yapalım diye düşündük. Önünden her geçtiğimizde fondü yiyen insanları gördüğümüz, puanı da oldukça yüksek gözüken Swiss Chuchi’de oturmaya karar verdik. İkimiz için bir tane fondü sipariş verecektik ki garson tek bir yemek sipariş edip paylaşmak yasak dedi, vicdansızlar. Biz de mecburen yanına makarna eklemek zorunda kaldık. 

    Peynir fondünün ekstra bir numarası yok bence ama yine de erimiş peynire makarna batırma fikriyle olaya yeni ve daha lezzetli bir boyut getirdik diyebiliriz.

    Geldik gezimizin en heyecanlı gününe. 2 günü şehir merkezinde geçirdikten sonra sıra İsviçre’nin dağlarına çıkmaya gelmişti. Buraya gelmeden önce Get Your Guide’ın en popüler turlardan birisi olan Titlis Dağı turunu satın almıştık. Sabah tren istasyonunun yanından çift katlı otobüsümüz kalktı.

    Bütün gün süren turumuzun ilk durağı İsviçre’nin turistik kenti Luzern’di. Burada 1,5 saatlik bir mola verdik. Ünlü tahta köprüsüyle, nehirde yüzen kuğularıyla, şık meyve sebze pazarıyla ve tarihi sokaklarıyla gezilmeye görülmeye değer çok güzel bir şehir.

    Luzern’den Titlis Dağı’na giderken yolda karşılaştığımız manzaralar harikaydı. Otobüsün camından uçsuz bucaksız yeşillikler içinde evleri, hayvanları ve gölleri izlemek büyüleyiciydi.

    Dağa geldiğimizde istasyondan teleferiğe binerek başladık yukarı çıkmaya. Ben gezinin bu kısmını biraz hafife almışım galiba. Teleferiğin içinde sadece 2 kişiydik ve yükseldikçe yükseliyorduk, yol bir türlü bitmiyordu. Yükseklik korkunuz varsa aşağıya bakmak gitgide bir işkenceye dönüşüyordu. Üstüne üstlük arada teleferik takur tukur sallanıyordu. Burada bize bir şey olsa kimsenin ruhu duymayacak diye endişelenmeye başlamıştım.

    Yukarılara çıktıkça göz gözü görmemeye başladı. Tamamen bir sis bulutu içinde nereye gittiğimizi görmeyerek sürekli daha yukarı çıkıyorduk. Yani bence herkesin yapabileceği bir şey değil, çok zevk de alabilirsiniz ya da stresten perişan da olabilirsiniz.

    2.400 metrelere geldiğimizde teleferikten aşağıya indik, sıra dönen teleferiğe binmeye gelmişti. Neyse ki bu sefer içerisi geniş ve kalabalıktı, kendimi daha güvende hissettim.

    Bu araçta amaç dönerek Alp Dağlarının manzarasını izlemekti. Ama kar yağışı bastırmış, her yer beyazlara bürünmüştü. O yüzden yukarı çıkarken etrafı pek fazla göremedik. 

    Dönen teleferiğimiz 3.020 metrede nihayet durdu. Hava buz gibiydi. Önce dağ buzullarının olduğu mağaraları gezdik. Ellerimiz ayaklarımız dondu, yanımıza keşke eldiven ve bere alsaymışız diye düşündük.

    İşin en çılgın kısmı ise Avrupa’nın en yüksek asma köprüsünde yürümek oldu. Köprü yürüdükçe sallanıyor, ben bir yandan üşüyor, bir yandan bağırıyor, bir yandan da buralara kadar çıktık köprüyü geçmezsek olmaz diyerek sınırlarımı zorluyordum.

    Sonunda ulaşabileceğimiz en yüksek noktaya gelmişken derin bir ohh çekip kafede kendimize ufak bir kutlama yaptık. Her ne kadar tur rehberimiz yukarıda oksijenin bolluğundan dolayı bol bol su içmemiz gerektiğini söylese de biraz olsun rahatlamak ikimize de çok iyi geldi. 

    Sonrası tekrar aynı yollardan geçerek aşağıya inmek oldu. Yaşadığım onca strese rağmen İsviçre’deki en güzel günümü burada geçirdim diyebilirim. Gördüğüm güzelliklerden sarhoş olmuş bir şekilde, bir ömür boyu unutamayacağım bambaşka bir deneyim yaşadım.

    Akşam yemeğimizi tur rehberimizin de tavsiye ettiği 125 yıllık, dünyanın en eski ve en büyük vejeteryan mutfağı olan Hiltl’de yedik. Restoranın açık büfesinden seçtiğiniz yemekleri tabağınıza koyup tarttırıyorsunuz. Dünyanın farklı mutfaklarından çeşit çeşit yiyecekleri var. Ne aldıysam hepsi çok lezzetliydi, kesinlikle tavsiye ederim.

    Günler çabucak bitmiş, 3 günlük gezimizin sonuna gelmiştik. Otelimizin yolunu tutarken kendime böylesine güzel bir hediye verebildiğim için çok çok şükrettim. Zürih’e tekrar gelir miyim bilmiyorum ama İsviçre’nin dağlarına tekrar çıkmak, doğanın içinde konaklamak, yürüyüşler yapmak ve olağanüstü güzellikteki o yerlerde birkaç günümü geçirmeyi çok isterim. 

    Ama önce geride bıraktığım kaotik hayatıma geri dönmem gerekiyor 🙂 Aman arayı fazla açmayalım, en kısa zamanda yeni maceralarda tekrar görüşmek üzere..

  • Çölde Safari Heyecanı

    Geldik Dubai’deki son maceramıza. Buralara gelmeden önce yapmayı en çok istediğim şeylerden birisi de çöl safarisiydi. Uçsuz bucaksız kumlarda çıplak ayaklarla yürümek, develerle seyahat etmek ve çölde gün batımına şahit olmak.. Hayali bile insanı heyecanlandırıyor.

    Ama turları incelediğimde gördüm ki program hiç de küçük çocuklara göre değil. Önce 4×4 jeeplerle “dune bashing” denilen kum tepelerini dövme sürüşüne çıkıyorsunuz. Arkadaşlarımın dediğine göre midelerin bulanabildiği oldukça sert bir yolculuk oluyormuş. Sonrasında ise çölde gerçekleştirilen çeşit çeşit aktivitelerle 6-7 saati bulan uzunca bir gün geçiriliyormuş. Program Atlas’a hiç uygun olmadığı ve ben de aşırı hevesli olduğum için Sarper’i Atlas’la kalmaya ikna ederek Mikita’yla tura katılmayı başardım. Başardım diyorum çünkü gerçekten ikna süreci, o kadar saat baba oğula yapacakları aktiviteleri ayarlamak ve kendime de istekli bir tur arkadaşı bulabilmek emek ve vakit aldı ama neyse ki sonucu çok da güzel oldu 🙂

    Mikita daha önce çöl safarisi yapmadığı için oldukça istekliydi ve işinden bir gün izin alarak bana eşlik etti. Rayna Tours bizi öğle saatlerinde otelimizden aldı. Araçta toplamda 6 kişiydik. Tura o kadar talep vardı ki, akın akın jeeplerle safarinin başladığı yere doğru ilerledik. Burada ATV sürüşü yapmak isteyenler için bir pist vardı. Mikita’yla biz diğerlerini beklerken taze hindistan cevizi suyu içmeyi tercih ettik.

    ATV sürüşleri tamamlanınca jeepimize binerek safariye başladık. Araç kum tepelerinden hoplaya zıplaya gidiyor, ani hareketlerle hepimizi bir o yana bir bu yana savuruyordu. Biz orta sırada oturduğumuz için çok fazla etkilenmedik ama arkada oturanlar her harekette daha fazla zıplayıp daha çok çığlık atıyorlardı. O kadar da korkulacak bir şey yokmuş, keşke arka sırada otursaydım diye düşündüm.

    Sonra şoförümüz fotoğraf çektirmemiz için çölün ıssız bir yerinde arabayı park etti. Çıplak ayaklarla, ayak basılmamış kumlarda dolaşmanın tarifsiz tadını çıkardım. Kumlar sıcacık, manzaramız muhteşemdi.

    Fotoğraf çekiminin ardından çöl kampına doğru yola çıktık. Turun kalan kısmını bu kampta geçirdik. Kocaman bir alanda yüzlerce kişilik yemek masaları, masaların ortasında bir sahne ve etrafında da çeşitli etkinliklerin gerçekleştirildiği çadırlar vardı. İkimiz de deveye binme konusunda heyecanlı olduğumuz için ilk olarak develerin olduğu alana doğru yöneldik. Sanıyoruz ki develere binip uzaklara doğru gideceğiz ve gün batımında resimler çektireceğiz. Adamların bizi deveye bindirmesiyle indirmesi bir oldu; küçücük bir alanda daire çizdikten sonra bitti dediler. Bari bir resmimizi çekin dediğimizde de alelacele su şişesiyle çekilmiş bir fotoğrafımız oldu 🙂

    Bu durum bizi bayağı bir hayal kırıklığına uğrattı. Biraz çadırlarda gezinelim başka neler var bakınalım derken bir de ekstra para ödeyerek binebileceğimiz develer olduğunu keşfettik. 100 Dirhem vererek bu sefer gerçek bir gezintiye çıktık. Ama maalesef bu sefer de güneşin batışına yetişemedik. Güneş kum tepelerinin ardından çok hızlı bir şekilde gözden kaybolmuştu. Yine de keyifli bir yolculuktu. Develeri çok sevdim, onların o zor şartlarda insanları mutlu edebilmek için verilen talimatlara uymaya çalışmaları içimi cız ettirdi. İnşallah merhametli insanlar tarafından bakılıyorlardır.

    Gezintimiz sonrasında yavaş yavaş akşam karanlığı çökmeye başladı. Hava serinledi ve barbekü kokuları etrafa yayıldı. Çadırlardan birinde fotoğraf çektirmek için yöresel kıyafetler, diğerinde ise kına dövmesi yapan kadınlar vardı. Yemek servisi başlayınca açık büfeden tabaklarımızı doldurup masalarımıza yerleştik.

    Ortam o kadar kalabalıktı ki.. Sahnede çeşit çeşit dans gösterileri başladı. Ateş dansları ve özellikle oryantal dansçılar izleyicilerin oldukça ilgisini çekti.

    Tüm gösteriler bittikten sonra tekrar aracımıza binerek otelimize döndük. Tur şirketinin bol bol kulaklarını çınlatsak da eşsiz bir deneyim yaşamış olduk. Neyse ki baba oğul da günlerini sıkıntısız ve keyifli bir şekilde geçirmişler.

    Ertesi sabah Dubai’deki son günümüzdü. Odamızı boşalttıktan sonra Rohenler bizi The Farm adında bir restorana götürdü. Ortam oldukça şık ve yemekler de çok lezzetliydi. Artık Türkiye’ye dönüş vakti gelmişti.

    Dubai’de geçen bir haftanın sonunda rahatlıkla söyleyebilirim ki deniziyle, çölüyle, alışveriş merkezleriyle, eski sokaklarıyla, türlü güzellikteki bahçeleriyle ve mekanlarıyla kısa bir zamanda aylara sığacak kadar çok şeyi keyifle deneyimledik. Görmeye zamanımızın yetmediği, aklımın kaldığı yerler bile oldu.

    Dubai’yi gezmek bana sadece para pulla değil, daha da önemlisi ortaya konan vizyonla tüm dünyadan turistlerin ülkeye nasıl çekilebileceğini gösterdi. Sıkı kurallarla suç oranının nasıl sıfırlandığını ve her kesimden insanın özgürce yaşayabileceği bir ortamın nasıl yaratıldığını öğrendim.

    Aslında aklımda yazacak çok daha fazla şey vardı. Ama ülkeye döndüğümüz günün ertesinde yaşadığımız korkunç deprem, içimde taşıdığım tüm güzel duyguları yerle bir etti. Geriye sadece çaresizlik ve unutulması imkansız bir acı kaldı. Geçen onca günün ardından ancak kendimi biraz olsun toparlayarak bir şeyler karalayabildim. Satırlarımın sonuna gelmişken bir kez daha fark ediyorum ki insan ancak yazarak, çizerek, üreterek, pes etmeden mücadeleye devam ederek ve umut etmekten hiç vazgeçmeyerek iyileşebiliyor..

  • Burj Khalifa ve Abu Dhabi Gezisi

    Şimdi sıra geldi Dubai’nin “en”leri içindeki en ünlüsünü keşfetmeye!! Buraya gelince görülmesi gereken şeylerin başında gelen Burj Khalifa’ya yani dünyanın en uzun gökdelenine çıkacağız.

    Burj Khalifa’ya çıkmak istiyorsanız, mutlaka biletinizi Dubai’ye gelmeden önce almanız gerekiyor çünkü turistik sezonda biletler hemen tükeniyor. Daha önce New York, Londra gibi dünyanın en güzel şehirlerini yukarıdan izleme şansım olduğu için itiraf etmeliyim ki buraya çıkıp da ne manzarası göreceğim diye düşünüyordum. O yüzden bilet alıp almamakta tereddüt ettim. Ama her yerde Dubai’ye gelince yapılması gerekenlerin başında Burj Khalifa’yı görünce, eksik kalmak istemedim.

    Kule beni tepesinden gördüğüm manzarasıyla değil, tamamen başka yönleriyle etkiledi. Bu devasa binayı yapabilmek için verilen 6 yıllık emek, 828 metrelik bir yapı için ortaya konulan mühendislik zekası, saniyede 10 metre yukarı çıkabilen asansörler ve bu kadar büyük bir yapının akşam ışık oyunlarıyla dönüştüğü muhteşem çehre, bana iyi ki gitmişim dedirtti.

    Kalabalığa kalmamak için biletlerimizi sabah saatlerine aldık. Aslında kuleden günbatımının da görüntüsü çok güzel oluyormuş. Ama beklenmesi gereken kuyruğu düşününce Atlas’la en mantıklısının erkenden gidip yukarı çıkmak olduğuna karar verdim. Biletle kulenin 124. ve 125. katlarına çıkabiliyorsunuz ve asansörle bu sadece 1 dakika sürüyor. Öyle hızlı yükseliyorsunuz ki, benim hemen kulaklarım tıkandı. O kadar yüksekten aşağıya bakmanın rahatsız edici olabileceğinden endişeliydim. Ama aksine oldukça keyif aldım.

    Burj Khalifa’nin kırdığı rekorlar say say bitmiyor: dünyanın en uzun yapısı, dünyanın en çok katlı binası, dünyadaki en uzun asansör, dünyadaki en yüksek restoran, dünyanın en yüksek gece klübü ve daha nicesi.. Biz kuleden inerken girişteki kuyruk uzamaya başlamıştı bile. Neyse ki kuyruğa takılmadan işimizi bitirdik.

    Bu arada Burj Khalifa, Dubai Mall’ın hemen bitişiğinde, yani Dubai’nin en büyük alışveriş merkezinin. Dubai Mall’da 1.200’den fazla mağaza varmış, inanabiliyor musunuz? Ayrıca alışveriş merkezinin içinde akvaryum ve su altı hayvanat bahçesi de var. İçinde köpekbalıkları ve vatozların yüzdüğü bir tünel ve çeşit çeşit deniz canlısının olduğu harika bir hayvanat bahçesi..

    Alışveriş merkezi kocaman olunca bir yerden bir yere gitmek için canınız çıkıyor. Burj Khalifa, akvaryum, öğle yemeği ve Atlas için girdiğimiz oyuncak mağazaları derken 20 bin adımı bulduk ve kendim için tek bir mağazaya bile bakamadan hemen akşam oldu. Hava kararıp ışıklar yanınca ortam masalsı bir dünyaya dönüştü.

    Her yarım saatte bir Burj Khalifa’nın önündeki gölde fıskiye gösterisi oluyor. Tıklım tıklım kalabalık, yüksek sesli müzik eşliğinde Burj Khalifa’nın üzerindeki ışık gösterileri ve aynı anda dans eden fıskiyeler.. Hepsi inanılmaz etkileyiciydi, buralara gelince mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken görsel bir şölen..

    Günümüzü oldukça yorgun ama keyifli bir şekilde noktaladık. Ertesi gün yolculuk Abu Dhabi’yeydi. Rayna Tours’dan aldığımız günübirlik turla düştük yollara. Yol boyunca tur rehberimiz anlattıkça anlattı.

    Abu Dhabi, Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti ve Dubai’den sonraki en kalabalık ikinci şehriymiş. 7 emirlik içinde %85 ile en yüksek yüzölçümüne sahipmiş.

    Kuruluşu oldukça yakın bir geçmişte olmuş, 1971’de. Dubai gelirinin büyük bir bölümünü turizmden sağlarken, Abu Dhabi gelirini daha çok petrol ve doğalgazdan sağlıyormuş. Rehber diyor ki burada iki çeşit insan yaşar: “fakir zenginler” ve “süper zenginler”.. Fakir zenginlerin arabaları, evleri ve iyi bir geliri vardır. Süper zenginlerin ise Maserati, Ferrari, Lamborghinileri ve sarayları vardır. Mesela şu andaki emirin 4 tane karısı varmış ve her karısı ayrı bir sarayda çocuklarıyla yaşıyormuş. Ne diyelim Allah arttırsın 🙂

    Tur otobüsüyle sokak sokak gezerken gerçekten de çok lüks evler ve binalar gördük. Birçok ünlü film bu şehirde çekilmiş. Gezimizde ilk durağımız Ferrari World’dü. Burası içinde kocaman bir eğlence parkı olan oldukça turistik bir yer. Bizim ilgi alanımıza girmediği için sadece dışından fotoğraf çektirmekle yetindik, eğer ilgi duyuyorsanız içeriye girişi kapsayan turlardan alabilirsiniz.

    Sonrasında rehberimiz bizi hurma dükkanlarının olduğu bir bölgeye götürdü. Dükkanlarda envai çeşit hurma satılıyordu.

    Öğle yemeğimizi güzel bir Hint restoranında yedik. Manzaramız yine harikaydı.

    Birkaç müze ve tarihi yer gezdikten sonra en çok merak ettiğim ve beni en çok heyecanlandıran yere gelmiştik: Şeyh Zayid Camii! Tura çıkarken her yerim kapalı giyinmeye çalışmış ve yanıma başımı örtmek için bir şal almıştım. Tur rehberimiz hepimizin kıyafetlerine bakarak camiye giremeyecekleri köşeye ayırdı, şortlular, kısa kollular ve ben.. Ben mi, ben neden giremiyorum diye itiraz etmeye çalıştım ama meğerse her tarafım kapalı olsa bile tayt giydiğim için içeri giremezmişim. Rehber bizi alışveriş yapmamız için bir mağazaya götürdü. Satıcı ucuz bir şey mi yoksa süslü bir şey mi istediğimi sordu. Sonuçta sadece bir kere giyeceğim bir elbiseye ihtiyacım vardı ama süslü elbiseleri, üzerindeki işlemeleri ve pulları gördükçe aklım başımdan gitti diyebilirim. Duygularımın daha fazla esiri olmadan, hızlıca en uygun fiyatlı elbiselerden birini seçip giyiverdim.

    Artık hepimiz camiye girmeye hazırdık. Girişe ulaşmak için uzunca bir yol yürüdük. İşte karşımızda dünyanın sayılı büyük camilerinden Şeyh Zayid Camii duruyordu. O kadar güzeldi, öyle güzel bir enerjisi vardı ki, sözcüklerle ve resimlerle anlatılacak gibi değil.

    Cami İslam dünyasındaki çeşitlilikleri tek bir çatı altında birleştirmek amacıyla tasarlanmış. İçinde birçok İslam ülkesinin çizgisi ve motifi uygulanmış. Duvarlardaki mermerlerden yapılmış çiçeklerde 37 ülkeden gelen mermerler kullanılmış. Camide 40.000 kişi aynı anda ibadet edebiliyormuş.

    Zeminindeki 35 tonluk halı, İran’dan getirilmiş ve dünyanın en büyük tek parça dokuma halısıymış. Avizesi Swarovski kristallerinden üretilmiş. Duvarlarda gördüğünüz Allah’ın 99 ismi, altın harflerle yazılmış. Daha nice inanılmaz detay, hepsi bir araya gelince eşsiz bir tasarım çıkmış ortaya.

    Keşke turla gelmeseydik de burada geçirecek daha çok vaktimiz olsaydı diye düşündüm. Malum turla olunca her şey biraz koştur koştur oluyor ve içinizden gelen hızda ilerleyemiyorsunuz.

    Burada geçirdiğimiz 1 saatin sonunda tekrar otobüsümüze binerek Dubai’ye döndük. Tur şirketinden pek memnun kaldığımız söylenemez ama Abu Dhabi’yi kesinlikle çok beğendik.

    Dolu dolu geçen günlerin ardından yavaş yavaş tatilin sonuna yaklaşıyoruz. Buralardan gitmeden bir de kazasız belasız çöl safarimi yapabilirsem değmeyin keyfime 🙂

  • Dubai’nin Rengarenk Bahçeleri

    Pazartesi günü sabahtan otelimize gitmek üzere eşyalarımızı topladık. Evdekilerin mesaisi başlamıştı ama herkes evden çalıştığı için ortamın haftasonundan pek farkı yoktu açıkçası. Eşyalara zarar vermediğimiz, hiçbir şeyi kırıp dökmediğimiz için oldukça mutluydum.

    Careem adlı uygulamayı kullanarak taksimizi çağırdık ve otelimize vardık. Buralara gelmeyi düşünenler için otelimizin adı Citadines Metro Central. Metro istasyonunun hemen çıkışında, içinde mutfağı ve oturma odası olan apartman tipi bir otel. Çocuklu aileler için oldukça konforlu.

    Gezi planımızda Miracle Garden (Mucize Bahçe) ve Butterfly Garden (Kelebek Bahçesi) vardı. Oteli metroya yakın tuttuk dedim ama maalesef burada toplu taşımayla her yere gidemiyorsunuz. Tekrar taksi çağırarak Miracle Garden’a doğru yola çıktık.

    Burası 50 milyondan fazla çiçeğiyle dünyanın en büyük çiçek bahçesi!!

    Rengarenk, çeşit çeşit ve farklı formlarda dizayn edilmiş milyonlarca çiçek düşünün, çölün içinde cenneti yaratmışlar resmen.

    Şehirdeki kirli su bahçeye geliyor ve burada filtrelenerek sulamada kullanılıyormuş. Yazın hava sıcaklığı ortalaması 40 derece civarında olduğu için bahçe, Nisan ayından Ekim ayına kadar kapalı oluyormuş.

    Anladığım kadarıyla parktaki temalar da yıldan yıla değişiyor. Mesela bu sene dünya kupasından yola çıkmışlar ve her bir şirinin ayrı bir ülkeyi temsil ettiği sevimli bir tasarım yapmışlar. Türk şirin ortalarda olmadığı için kupayı alan Arjantinli şirinle güzel bir fotoğraf çektirdim.

    Az ileride de şirinlerin köyü vardı, çocuklar için rüya gibi bir ortam olmuş. Ayrıca parktaki Airbus A380 uçağının çiçeklerle bezenmiş hali tek kelimeyle muhteşemdi. Bu uçak dünyadaki çiçekli en büyük yapı olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş.

    Parkın içinde oturup bir şeyler atıştırabileceğiniz alanlar da var. Oturduğumuz sırada nasıl oldu nerden geldi bilmiyorum ama beni birkaç yerimden bir şeyler ısırdı, her zamanki gibi böceklerden nasibimi aldım.

    Miracle Garden’dan sonra hemen bitişiğindeki kelebek bahçesine geçtik. Burası da 15.000’den fazla kelebeğin yaşadığı dünyanın en büyük kelebek bahçesiymiş. Zaten cümlede Dubai geçiyorsa, her şey “en”le başlıyor: en büyük, en uzun veya en zengin 🙂

    Bahçenin içi oldukça nemliydi ve ağır bir kokusu vardı. Koku hassasiyeti olanlar için rahatsız edici olabilir ama bir süre sonra alışıyorsunuz.

    Ortada uçuşan kelebekler çok fazla değildi, daha çok ufak bölmelerin içinde kümelenmişlerdi. Beslenmeleri için her yerde portakallar vardı.

    Eğer elinizi portakala sürüp ıslatırsanız ve kelebeğe uzatırsanız kelebekler elinize konuyorlar. Veee ortaya böyle müthiş görüntüler çıkıyor.

    Ayrıca isterseniz etrafta dolaşan görevliler de sopalarla kelebekleri yakalayıp veriyorlar. Biz en çok mavi kelebeklere bayıldık. Ama bu kelebekler uçarken mavi gözüküyor, konduklarında ise kanatlarını kapatıp kahverengiye dönüyorlar. Bir sürü mavi kelebek yakaladım ama hepsi elime aldığımda kahverengiye dönüştü. İçlerinden sadece bir tanesi elimde kanatlarını kapamadı, şans kelebeğim benim.. Böylece birlikte bir sürü muhteşem resmimiz olmuş oldu.

    Birbirinden güzel iki bahçeyi gezdikten sonra otobüsle Mall of Emirates’e gittik. Akşam yemeğimizi yiyip, içindeki devasa Carrefour’dan hediyelik hurma alışverişimizi yaptık. Rohen’in hep hediye aldığı, dışı çikolatalı, içi bademli leziz hurmaların kaynağını öğrenmiş oldum.

    Burada hava her geçen gün daha da ısınıyordu. Atlas da denizin yanından her geçtiğimizde denize giricem diye ortalığı yıkıyordu. O yüzden ertesi günümüzü plaja ayıralım dedik. Meğerse aynı gün Ankara’da da uzunca bir süredir bir türlü yağmayan kar sonunda yağmış. Kumsalda uzanırken sosyal medyadaki kar videolarını izlemek değişik bir histi.

    Denize girmek için JBR’ın plajına giderek iki tane şezlong kiraladık.

    Hava güzel olmasına rağmen deniz suyu henüz ısınmamıştı. Ama denizin rengi de kumların yumuşaklığı da harikaydı.

    Atlas Dubai’deki en mutlu gününü burada geçirdi diyebilirim. JBR’da denize girmenin tek sıkıntısı, şezlong kiralayanlara duşlar için 2 dakikalık jeton veriyorlar ve 2 dakika sonunda su aniden kesiliyor. Yani erkekler için bir nebze idare eder de, kadınlar için bayağı kısa bir süre. O yüzden planınızı yaparken uzun uzun duş alabileceğinizi düşünmeyin, ya da bolca jeton alabilmek için paranızı ayarlayın.

    Deniz keyfinden sonra yine plajın arka tarafındaki Bosporus Restoran’a gittik. Fiyatlar o kadar müthiş olmasa da yemekler yine harikaydı.

    Otelimize dönmek için Careem’den defalarca taksi çağırmaya çalıştım ama akşam yoğunluğu olduğu için uygulama hiç taksi bulamadı. Yolda bir sürü boş taksi çevirdik, gideceğimiz yeri söylediğimizde hiçbiri bizi almak istemedi. En sonunda Dubai Marina’nın oradaki metroya yürümek zorunda kaldık. Bu vesileyle marina mazarasını da görmüş olduk.

    İki günümüz de oldukça keyifli geçti. İnsan buraya gelince, akıllıca girişimlerle çölde bile nasıl harikalar yaratılabildiğini ve her türlü ülkeden milyonlarca turistin ülkeye nasıl çekildiğini gözleriyle görüyor. Sonra da kendi ülkesini düşünerek derin bir iç çekiyor. Ne diyelim, darısı bir gün başımıza inşallah..

  • Dubai’yi Keşfetme Zamanı

    Buralara yazmayalı uzun zaman oldu. Geçen zaman içerisinde İngiltere’deki Elifa okulunu bitirip Türkiye’ye döndü. Küçücük odasından çıktı, sırtındaki çantasını çıkardı, çok sevdiği arkadaşlarıyla vedalaştı ve kocaman evine, her gün gittiği işine ve eski arkadaşlarına geri döndü. Elifa’yı öyle çok sevdim ki, onunla ilerde başka yerlerde de karşılaşmayı dört gözle bekliyorum.

    Gel gör ki, insan bazı hikayelere noktayı koymadan yeni hikayelere başlayamıyor. Türkiye’ye döndükten kısa bir süre sonra anne oldum. Böylece oldukça zorlu ama bir o kadar da mucizevi yeni bir hikayeye adım atmış oldum. Atlas hayatıma girdikten sonra blog yazmak yerine ona mektuplar yazmaya başladım. Bu süre içerisinde hepimizin hayatına aklımıza bile gelmeyecek, nelere sebep olacağını tahmin bile edemeyeceğimiz küçücük bir virüs girdi. Uzun lafın kısası, burada tekrar bir araya gelmemiz uzunca bir zaman aldı.

    Aslında Dubai gezmeyi istediğim yerler arasında yer almıyordu. Fotoğraflarını gördüğüm yüksek yüksek binalar, uçsuz bucaksız alışveriş merkezleri, lüks ve şatafat nedeniyle biraz önyargılıydım. Ama hem MBA’dan Hintli bir arkadaşımın orada yaşıyor olması ve beni sık sık davet etmesi, hem de Sarper’in daha önce gidip sevmesi ve bizimle tekrar gitmek istemesi nedeniyle planlarım arasına girdi. Tabi Dubai’ye gidilecek en güzel zaman da havaların Türkiye’de soğuk olduğu, Dubai’de ise fazla bunaltıcı olmadığı Kasım-Mayıs ayları.

    Yolculuğumuzu 1 hafta planladık, bunun birkaç günü arkadaşımda kalacak, diğer günlerimizi otelde geçirecektik. Planın içinde 3 yaşındaki Atlas olunca bilmediğim bir ülkeye gitmek ve başkalarının evinde kalmak bende endişe yaratmadı değil.

    Yolculuğa başlamadan önce size evinde kaldığımız arkadaşımdan bahsetmek istiyorum. Rohen, ben İngiltere’deyken bir senemi birlikte geçirdiğim, aynı yurtta kaldığım Hintli arkadaşım. Orada kimsenin yanında ailesi olmadığı için hepimiz birbirimizin ailesi olmuş ve geçirdiğimiz bir senede yıllara sığamayacak kadar çok anı biriktirmiştik. Rohen diyince aklıma gelen ilk şey, odamdan dışarı çıkamayacak kadar hasta yatıyorken, bir arkadaşımızın tavuk suyu çorbanın iyi geleceğini söylemesi üzerine, kendisinin vejeteryan olmasına ve tavuğun tadını hiç bilmemesine rağmen, Çin lokantasından çorba bularak odama kadar getirmesidir. O gün benim için yaptığı şeyi ömrümün sonuna kadar unutmam mümkün değil. Bunun dışında taksiye yalnız binince plakasının fotoğrafını çekmesi, eve gidince haber ver demesi, Tesco’dan birlikte yaptığımız mutfak alışverişleri, Beeston Marina’da yapılan yürüyüşler, birlikte gidilen geziler.. Hepsinin kalbimde ayrı yeri var.

    Rohen’in ailesi yıllar önce Hindistan’dan Dubai’ye göç etmiş. O da bir senenin sonunda Dubai’ye geri döndü ve ailesi ona Hindistan’dan bir gelin buldu. Mikita ile görücü usulü evlendiler. Mikita da kendisi gibi dünya tatlısı bir insan. Şu anda annesi, babası ve kardeşiyle birlikte bir villada yaşıyorlar.

    Dubai’ye geliş uçaklarının saatleri çok kötü olduğu için gece 3 gibi iniş yaptık. Neyse ki Rohen ve Mikita bizi karşılayıp evlerine getirdiler. Kendi odalarını bize ayırmışlar sağolsunlar. Ertesi gün sabah erkenden Dubai maceramız başladı. Yapılacak o kadar çok şey vardı ki, her gün için planlarımız hazırdı. Sabah evdeki kahvaltının ardından düştük yollara.

    İlk durağımız Palm Island, yani Palmiye Adasıydı. Tamamen yapay olarak inşa edilmiş bu adayı görmenin en güzel yolu The View at The Palm’e çıkmak. Ama biz bunun yerine monorail denilen adanın üzerinde dolaşan raylı sisteme binmeyi tercih ettik.

    Adanın biraz yukarısından giden yeşil hat üzerinde yolculuk ederken palmiyenin dallarını oluşturan yolları ve evleri görebiliyorsunuz. Binerken ilk kapıdan girmeye dikkat edin, böylece önden tüm manzarayı izleyebiliyorsunuz. Son durak Atlantis’e doğru yaklaşınca, adanın en ucunda bulunan muhteşem Atlantis Otel ve aquaparkları çıkıyor karşınıza.

    Son durakta indiğinizde Atlantis Otel’i yakından görebiliyorsunuz. Aynı yerde küçük bir alışveriş merkezi de var, tavanları çok güzel süslenmiş.

    Bir sonraki durağımız Palm West Beach’ti. Haftasonu olduğu için tüm mekanlar doluydu. Gündüz vakti olmasına rağmen müzik bangır bangır çalıyordu ve mekanlarda parti havası vardı.

    Burada Dubai’de yaşayan bir diğer sınıf arkadaşımız Kaşmir’li Haseeb ve eşi de bize katıldılar. 4 yıllık ayrılıktan sonra tekrar bir araya gelmek çok güzeldi. Ankara’daki kış günlerinden sonra güneşi ve masmavi denizi görmek içimi açtı resmen. Hemen dizilip kumsalda pozumuzu verdik.

    Bu arada bahsetmeyi unuttum. Biz tüm bunları yaparken Atlas mutsuzluktan ölüyordu. Konuştuğumuz dili anlamıyor, insanları tanımıyor, gittiğimiz yerleri yabancılıyor ve sürekli huysuzluk yapıyordu. İçimden çocukla bu son yurtdışı gezim diye düşünüyordum ki Allahtan birkaç gün içinde değişime ayak uydurdu ve hatta Ankara’ya dönmeyelim demeye bile başladı 🙂

    Neyse Palm West Beach’te mekanlar tıklım tıklım dolu olduğu için oturacak yer bulamadık ve buradan Bluewaters Island’a geçtik. Burası da yine yapay olarak oluşturulmuş, ufacık bir ada. Üzerinde dönme dolap, restoranlar ve kafeler bulunan renkli bir yer.

    Bu küçücük adanın karşı tarafı da JBR (Jumeirah Beach Residence). Yani önünde denize girebileceğiniz bir kumsal, kumsalın arkasında kısa binalarda restoranlar ve kafeler, en arkada da uzun uzun bloklar var.

    Bluewaters Island ile JBR’ı birbirine bağlayan, yürüyerek geçebileceğiniz bir köprü var. Bu iki yerin gündüzü ayrı bir dünya, gecesi bambaşka bir dünya.

    Bluewaters Island’da kordon boyunca dondurma, lokma, mısır ve kestane satıcıları var. Satıcıların neredeyse tamamı Türk. Akşam saatlerine yaklaştıkça her yer ışıklar içinde kalıyor.

    Şansımıza bizim gittiğimiz gün Dubai Alışveriş Festivali nedeniyle gökyüzünde drone ve lazer gösterileri vardı. Dronelarla gökyüzüne çizilen şekiller bir harikaydı, hepimiz heyecanla izledik.

    Sonrasında köprüden yürüyerek JBR’a geçtik.

    Tüm kumsala nargile kokusu yayılmıştı. Sahilde bir sürü nargile içilen mekan vardı ve hepsi gençlerle doluydu. Burada nargile çok popülermiş, hatta Rohenlerin evinde bile varmış.

    JBR’da iç kısımlarda çocuklara yönelik atlıkarıncalar ve türlü türlü oyun istasyonları vardı. Burada uzunca vakit geçirdik. Eve döndüğümüzde pestilimiz çıkmıştı.

    İkinci gün sabah Rohen’lerle JBR’daki Bosporus adındaki restorana kahvaltıya gittik. Türk kahvaltısını hep duyuyorlarmış ama hiç denememişler. 4 kişilik sultan kahvaltısından sipariş verdik ve Türkiye’de bile bulmakta zorlandığımız kalite ve lezzette envai çeşit kahvaltılıkla mest olduk.

    Sonrasında restoranın hemen önünden kumsala indik. Denizden manzara müthişti.

    Kumsala baktığınızda ise kafanız karışıyordu. Bir tarafta bikinili kadınlar, diğer tarafta çarşaflılar; bir yanda yüksek yüksek binalar, öbür yanda develer.. Bir süre ben nasıl bir ortama düştüm diye düşünmedim değil. İşin ilginç tarafı kimse kimseden rahatsız olmuyor, herkes halinden memnundu. Her türden insanı kapsayıcı, güzel bir yaşam biçimi kurmuşlar.

    Daha sonra eski Dubai’ye yani Bur Dubai’ye geçtik. Buraya tek kelimeyle bayıldım. Yüksek binalardan ve AVM’lerden eser yoktu. Eski sokaklar, otantik dükkanlar, sokak aralarındaki gizli saklı restoranlar..

    Rohenler bizi Arabian Tea House adındaki bir restorana götürdüler, önünde uzunca bir kuyruk vardı. Yarım saat kadar sıra bekledik ama kesinlikle beklediğimize değdi. İçerinin ambiyansı, tertemiz oluşu, yiyeceklerin lezzeti müthişti. Yolunuz düşerse sakın uğramadan geçmeyin.

    Türk mutfağıyla başladığımız ve Arap mutfağıyla devam ettiğimiz günü, Hint mutfağıyla noktalamaya karar verdik. Hint restoranımıza giderken yolda Museum of the Future isimli fütüristik müzeye uğradık. Rohenler müzeyi gezmişler ama o kadar da beğenmemişler o yüzden biz de dışından fotoğraf çektirmekle yetindik. Binanın mimarisi harikaydı.

    Akşam yemeğimizi yiyeceğimiz Khyber adındaki Hint restoranı, lüks bir otelin üst katlarındaydı. İçerisi oldukça otantik bir şekilde dizayn edilmişti. Nottingham’dan aşina olduğum Hint yemekleri de oldukça lezzetliydi. Her şeyden öte soframızdaki sohbet ve muhabbet çok keyifliydi.

    Geceye damgasını vuran şey ise Haseeb’in Diriliş Ertuğrul dizisini ne kadar çok sevdiğini anlatması oldu. Meğerse Hindistan’da ve Pakistan’da dizi Netflix’teymiş, milyonlar tarafından tutkuyla izleniyormuş. Haseeb 5 sezonluk diziyi anlata anlata bitiremiyordu, bense kulaklarıma inanamıyor, bir sürü sorular sorarak bu aşkın nedenini anlamaya çalışıyordum.

    Bol sohbetli ve çok lezzetli geçen gecenin sonunda Dubai’deki evimize döndük. Burada geçirdiğimiz iki günün ardından Rohen’in odasında yatarken bir kez daha düşündüm ki beni bu hayatta en çok mutlu eden şeylerin başında insanlarla kurduğum derin bağlar geliyor ve her seferinde iyi ki diyorum..

    Yarın sabah otelimize geçeceğiz. Rohenler hafta içi çalıştığı için gezinin bundan sonraki kısmını büyük ölçüde kendimiz geçireceğiz. Dubai hakkında tam bir kanıya varamadım henüz, bakalım önümüzdeki günler duygu ve düşüncelerimi nasıl şekillendirecek..

  • Liverpool Gezisi

    Şansıma bu seneki doğum günüm derslerin olmadığı bir haftaya denk geldi. Ben de doğum günlerini birlikte kutladığımız çekirdek ekibe Liverpool’a gitmek istediğimi söyledim. Sağ olsunlar beni kırmadılar ve iki araba kiralayıp düştük yollara.

    Bu arada gece yarısı yeni yaşıma girdiğim saatlerde benimle aynı yerde kalan iki arkadaşım gelerek bana Hint elbisesi armağan ettiler. Buralarda uğraşıp bulmuşlar, o kadar hoşuma gitti ki.. Sabah diğerlerine sürpriz yapmak için yola çıkarken o kıyafetleri giydim. Burası arabayı kiraladığımız Europcar ofisi, iki günlük maceranın ilk dakikaları, gördüğünüz gibi herkesin mutluluğu gözlerinden okunuyor.IMG_0118

    Neden Liverpool diyecek olursanız, şehir Ortaçağ Ticari Liman Şehri olarak UNESCO Dünya Mirasları listesine girmiş. Görülmeye değer bir yer olduğunu düşündüm. Nottingham’a da oldukça yakın, yaklaşık 2,5 saat sonra şehre vardık. Hava öyle güzeldi ki.. Ekip kalabalık olunca her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Kimisi plaja gidip denize girmek istiyor, bazısının karnı açıkmış, birileri dondurma yemekten bahsediyor, benimse görmek istediğim birkaç müze var. Zaten girişi ücretli müzelere gitmeye kimsenin gönlü yok, bir de hava sıcak olunca fazla yürümek istemiyorlar. Dedim yandık, iyi bir fikir değil miydi acaba bu kadar kalabalık buraya gelmek?

    Neyse kızlar ve erkekler iki gruba bölündük. Kızlarla önce yakınımızdaki World Museum’a girdik. Müze dışarıdan ne kadar güzel gözükse de ücretsiz bölümleri bir o kadar başarısızdı.IMG_0185

    Ücretli bölümünde şu aralar Çin’den gelen Terracotta Ordusu yani toprak askerler sergileniyor. Paralı olmasına rağmen aynı güne bilet bulmanız imkansız. Güzel bir sergi olduğuna eminim. Normal şartlarda kesin ayarlar giderdim ama bu sefer kısmet olmadı maalesef.

    Sonra biraz şehrin sokaklarında dolaştık. Şehir oldukça canlı ve renkliydi. Liverpool One denilen, geniş bir alana yayılmış güzel bir alışveriş merkezi de var.IMG_0136

    IMG_0228

    IMG_0230

    Konaklayacağımız evin giriş saati gelince eve yerleştik. İngiltere’de genel adet gece dışarı çıkmadan önce bir evde buluşuluyor, içecekler içiliyor, muhabbetler ediliyor, böylece hem mekanların açılmasına kadar birlikte vakit geçiriliyor hem de dışarıda olabildiğince az harcama yapılıyor. Bu birkaç saatlik sürede her zamanki gibi benim soru oyunumdan oynadık. Ben sorular soruyorum, herkes sırayla cevap veriyor. Bir tane de siz sorun diyorum, ilginç bir şekilde kimsenin aklına soru gelmiyor. Onlar düşünene kadar ben başka bir soru buluyorum. Mesela hayatınızdaki en büyük pişmanlığınız, vücudunuzdaki değiştirmek istediğiniz yer, en sevmediğiniz özelliğiniz, hayatınızdaki en yakın insan gibi sorular. Böylece birbirimizi daha iyi tanıyıp yakınlaşıyoruz, hem de hayat adına çok enteresan şeyler öğrenmiş oluyoruz.

    Evde geçirilen birkaç saatten sonra kendimizi Liverpool gecelerine bıraktık. Hafta içi olmasına rağmen şehrin gece hayatı da oldukça renkliydi. Gece boyunca birkaç mekan gezdik. Yeni yaşıma girmişken itiraf etmeliyim ki artık belli bir saatten sonra eğlence mekanlarında yatağımı düşünürken buluyorum kendimi.

    Ertesi sabah kahvaltı için Albert Dock’a gittik. Bu limanın şehrin dünya mirasları listesine girmesinde önemli bir payı var. Eskiden ambar olarak kullanılan alanlar restoranlara, kafelere ve müzelere çevrilmiş. Liverpool’un ünlü dönme dolabı da burada. Şehre gelmişken mutlaka görülmesi gereken bir yer.IMG_0238

    IMG_0297

    IMG_0298
    IMG_0249

    Museum of Liverpool da burada yer alıyor. Şu anda müzede The Beatles grubunun üyelerinden John Lennon’un Yoko Ono ile olan birlikteliğini anlatan Double Fantasy adında bir sergi var ve girişi de ücretsiz.IMG_0233

    John Lennon Liverpool doğumlu, Beatles da yine bu şehirde doğmuş bir grup olduğu için şehrin birçok yerinde gruba ait şeyler görmeniz mümkün. Buraya gelmeden önce John&Yoko sergisine gitmeyi kafama koymuştum. Ekiptekilere Beatles diyorum, John diyorum, Yoko diyorum yüzüme bakıyorlar. En sonunda dedim ki siz kahvaltınızı yapın ben şu sergiye gidip geliyorum.

    Sergi alanına girmeden önce barış ağaçları koymuşlar, herkes dileğini yazıp ağaca asıyor. Dilekleri okumak gerçekten etkileyiciydi. İnsanlar “keşke kanserin tedavisi olsaydı”, “keşke onu bir daha görebilseydim” gibi şeyler de eklemişler. Zaten daha sergiye girmeden duygusal bir havaya giriyorsunuz.IMG_0261

    Daha sonra Imagine şarkısı eşliğinde asıl alana ilerliyorsunuz. Girişteki ekranlarda dönen savaş videolarıyla, bombalarla ve toz bulutlarıyla başlıyor sergi. Sonrasında dünyanın bir ucundaki Japonya’dan gelen Yoko ile John’un tanışmalarıyla başlıyor hikaye. Birbirlerine olan delice aşklarından ve birlikte oldukları sürece barış için yaptıkları onlarca çılgın şeyden bahsediyor.  Arkada da Imagine şarkısı enstrümantal olarak çalıyor sürekli. Bazen duvarda kendi ağızlarından cümleleri okuyorsunuz, bazen videolarını izliyorsunuz veya resimlerini görüyorsunuz, kimi zaman da onlara ait bir eşyaya bakıyorsunuz. IMG_0262

    IMG_0267

    IMG_0339

    IMG_0274

    Hikayenin sonlarına doğru John Lennon öldürülüyor ve ondan kalan boşluktan bahsediliyor.IMG_0284

    IMG_0283

    Tek kelimeyle mükemmel bir sergiydi, ben zaten ilk anlarından itibaren gözyaşlarımı tutamadım. O kadar güzel düzenlemişler, öyle bir havaya sokuyorlar ki sizi.. John ve Yoko’nun tanıştıkları andan evlenme şekillerine kadar hayat tarzları o kadar alternatif ki 68 kuşağında yaşamış ne çılgın insanlar varmış bu dünyada, neler için uğraşmışlar, tüm bunları nasıl yapmışlar diyorsunuz. Tabi işin içinde uyarıcı madde kullanmalarının etkisi de yok değil ama birlikte yarattıkları o dünyaya şahit olmak benim için inanılmaz güzel bir deneyim oldu.IMG_0280

    IMG_0275

    IMG_0279

    Müzenin çıkışında çok güzel bir satış alanı da vardı, kendime ufak tefek bir şeyler almadan geçemedim.IMG_0291

    Bambaşka alemlere gitmiş ve hala tam olarak dönememiş bir şekilde bizimkilerin yanına gittim. Onlara müzeyi nasıl anlattıysam, kızlar biz de görmek istiyoruz demesinler mi? Toparlanıp bir kez daha gittik. Baktım bir tek ben değilmişim, herkes müzeyi gözyaşları içinde gezdi ve bana teşekkür etti. Bence Liverpool macerasının en güzel kısmı bu müzeydi.

    Sonrasında yine Albert Dock’ta Beatles’ın hikayesinin anlatıldığı müzeye ve Beatles heykellerinin olduğu yere uğradık.IMG_0301

    IMG_0323

    Sonra da Nottingham’a doğru yola koyulduk. Geçen sene bu zamanlar doğum günümü daha önce hiç tanımadığım sekiz kişiyle birlikte Liverpool’da geçireceğimi söyleseler inanmazdım. Yaşadığım bu son yılın bana kattığı en güzel şey ne oldu derseniz, cevabım ne daha fazla olgunluk ne daha fazla mutluluk ne de daha fazla insan tanıyıp yer görmek. Bana kattığı en güzel şey kendi içimde aldığım yol ve artık daha fazla hissettiğim “tamamlanmışlık” duygusu diyebilirim.

     

  • Büyük Britanya Gezisi

    Her ne kadar birbirini tanısa da daha önce birlikte hiç tatil yapmamış bir ekiple İskoçya’yı gezme adına yollara düştük. Yazıya başlamadan önce gittiğimiz yerleri haritada çizdireyim dedim meğerse biz İskoçya gezisi derken bir haftada neredeyse Büyük Britanya Adası’nı baştan uca fethetmişiz.Britanya

    Gezimize Londra’da başladık. Daha sonra Nottingham’dan aracımızı kiralayarak Lake District (Ambleside), Glasgow, Edinburgh ve Highlands derken macerayı tekrar Nottingham’da sonlandırdık. Bu süre zarfında neredeyse her gece başka bir yerde konakladık.

    Ankara’dan yola çıkan ekiple Londra’da buluştum. Tüm yolları severim ama insanı sevdiklerine kavuşturan yolculuğun tadı kesinlikle bambaşka oluyor. Otobüs terminalindeki kavuşma anımız gezinin en güzel anlarından biriydi.

    İlk gece Londra’da konakladık. Daha önce şehirle ilgili birkaç yazı yayınladığım için detaylara girmeyip sadece benim için de farklı bir tecrübe olan Greenwich Gözlemevi ziyaretimizden bahsedeceğim. Aslında Greenwich Londra’nın bir kasabası. Yemyeşil ve kocaman Greenwich Parkı’nın içinde dünyanın en büyük denizcilik müzesi, Kraliçe’nin eski evi ve bir de rasathane bulunuyor.IMG_7306

    Şu anda müze olarak gezilebilen rasathanede geçmişte astronomi ve navigasyon alanında oldukça önemli buluşlara imza atılmış.IMG_7331

    Eskiden şehirlerde saatler güneşin doğuş ve batışına göre ayarlandığı için her şehrin saati birbirinden farklıymış. İngiltere Sanayi Devrimi sonrasında bu karmaşayı önlemek için ülkedeki tüm saatlerin Greenwich Gözlemevi’ne göre ayarlanması gerektiğine ilişkin bir yasa çıkarmış. 1884 yılından itibaren buradan geçen meridyen diğer ülkelerce de sıfır derece olarak kabul edilmiş ve yerel saat ayarlamaları buraya göre yapılmaya başlanmış.

    Rasathanenin ücretli ve ücretsiz bölümleri var ama maalesef sıfır çizgisinin geçtiği alana giriş için 10 pound ödemeniz gerekiyor. Buraya gelmişken başlangıç meridyenini iki ayağımızın arasına alarak aynı anda Batı ve Doğu Yarım Küre’ye ayak basmasak olmazdı.IMG_7314

    IMG_7320

    En son buna benzer bir pozu Afrika’nın en güneyindeki Hint Okyanusu ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği noktada vermiştim. Yıllarca kitaplarda okuduğumuz şeyleri yerinde görmek acayip hoşuma gidiyor.

    İkinci günün akşamında otobüsle Nottingham’a gelerek, burada konakladık. Sabah erkenden kiralık aracımıza binip kuzeye doğru yola çıktık. Bu arada aracı Londra’da kiralamakla Nottingham’da kiralamak arasında ciddi bir fiyat farkı vardı. Zaten Londra’da arabaya ihtiyaç da yok, Nottingham’ın konumundan faydalanıp hem konaklamayı hem de arabayı ucuza getirmiş olduk.

    Yola çıktık derken o kadar da basit bir şeymiş gibi algılanmasın. İngiltere’de trafik soldan aktığı için başta birazcık endişeliydik. Aramızdan kimsenin ters tarafta araba sürme tecrübesi olmadığı için bu görevi ekibin tek erkeği Sarper’e verdik. Kulağa biraz cinsiyetçi gelse de kabul edelim ki erkekler bu işlerde daha iyi.

    Yaşayarak öğrendik ki ters tarafta araba sürmenin en zor iki yanı arabayı fazla sola yanaştırıp kaldırıma çıkmamak ve göbekleri doğru bir şekilde dönebilmekmiş. Başta ufak tefek tehlikeler atlatsak da sürekli inen lastik basıncımızı ve her gördüğümüz benzinlikte lastiğe hava basmak zorunda kalışımızı saymazsak performansımız oldukça iyiydi.

    İskoçya’ya gitmeden önce ilk durağımız Lake District’ti. Burası göllerden, ormanlardan ve dağlardan oluşan İngiltere’nin en büyük ve turistik milli parkı. İçinde birçok yerleşim yeri de var. Birkaç gününüzü ayırarak kasabalarını gezip trekking yapıp bot turlarına katılabilirsiniz. Oldukça huzur dolu bir yer.

    Biz sadece en popüler yerlerine vakit ayırabildik. İlk önce İngiltere’nin en büyük gölü olan Windermere’e uğradık. Gölün kıyısındaki Bowness-on-Windermere kasabasını gezdik. Küçücük bu yerleşim yerinin çok güzel evleri ve sevimli bir sahili vardı. Şansımıza iki gündür ortalarda gözükmeyen güneş de birazcık yüzünü gösterdi.IMG_7409

    IMG_7419

    Kafelerden birine oturup İngiltere’nin en ünlü yiyeceği “fish and chips” siparişlerimizi verdik. İlk durağımıza sağ salim ulaşmış, azıcık açan güneşte ısınmış, bir de üstüne gelen kocaman balıkları görünce keyfimiz iyice yerine gelmişti.IMG_7470

    Oradan gece konaklayacağımız Ambleside Kasabası’na geçtik. Bu arada arabanın lastik basıncı biz doldurdukça düşüyordu, en sonunda kiraladığımız şirketi aradık ve birini göndereceklerini söylediler. Bu sırada biz de kasabayı gezmeye başladık. Burası konakladığımız Rysdale Guest House ve camdan manzaramız.thumbnail

    IMG_7555

    Akşamüzeri her yer daha sessizleşti. Göle doğru yürüyüş yaptık. Ortamın güzelliğine bakar mısınız?

    IMG_7494

    IMG_7534

    IMG_7515

    Saatler sonra kiralama şirketinin gönderdiği teknik personel gelip lastiğimizi değiştirdi. Nasıl olduysa içine çivi girmiş. Böyle bir ülkede yoldaki çiviye nasıl denk geldiğimizi anlayamadık.IMG_7549

    Ertesi sabah güne tam bir İngiliz gibi başladık. Adeti bozmayalım diye çayımıza süt bile ekledik.IMG_7554

    Glasgow’a geçmeden önce kuzeydeki başka bir göl olan Ullswater’a uğradık. Yine her yer tablo gibiydi.IMG_7572

    IMG_7574

    Sonrasında Glasgow’a vardık. Burası İskoçya’nın en büyük şehriymiş. Glasgow’a gelmeyi özellikle ben istemiştim. Yıllar önce Edinburgh’u gördüğüm için rotada başka bir şehir daha olsun diye düşündüm. Şehrin çok güzel olmadığını duyduğum için fazla bir beklentim de yoktu ama o da ne, şehre bir girdik ki buranın Birleşik Krallıkta bir yer olduğuna inanamadım. Öyle köhne, bakımsız ve döküntü gözüktü ki gözüme. Glasgow’un en güzel yanı Edinburgh’a dönüşü diye bir laf var, boşuna böyle söylememişler diye düşündüm.

    Airbnb’den bir ev ayarlamıştık, sağ olsun ev sahibi gezilecek yerleri yazmış güzelce. Necropolis yani ölü şehir dedikleri mezarlık ilgimizi çekti. Önce Glasgow Katedrali’ne uğrayıp sonrasında arkasındaki mezarlığa gittik.IMG_7617

    Katedralde ilginç bir şey yok ama mezarlık kelimenin tam anlamıyla muhteşem bir yer. Öyle büyülü bir havası var ki burada saatlerinizi geçirebilirsiniz.IMG_7631

    IMG_7663

    IMG_7667

    Mezarlıktan kilisenin ve şehrin manzarası da çok güzel gözüküyor.IMG_7651

    IMG_7644

    Alan oldukça geniş, hava da acayip soğuk olunca mezar taşlarını ve anıtları uzun uzun inceleyemedik. Ama çok rahatlıkla söyleyebilirim ki bence Glasgow’un en etkileyici yeri burasıydı.

    Daha sonra şehir merkezine indik. Bu arada şehirde hep Uber kullandık, 4 kişi olunca oldukça uygun fiyata geldi. George Square merkezde bir meydan. Onun etrafında da alışveriş caddeleri ve merkezleri var. Bunchanan Caddesi de en ünlülerinden bir tanesi.

    IMG_7686

    IMG_7699

    IMG_7705

    Glasgow’da çok hoşuma giden bir diğer şey ise Mural Trail dedikleri sokak sanatıyla bezenmiş binalardı. Biz yolumuzun üstünde birkaç tane inanılmaz güzel çizime denk geldik. İnternette yer alan haritayı takip ederek tüm yerleri sırasıyla gezebilirsiniz. Fotoğraflarını gördüm de daha neler var neler..IMG_7671

    IMG_7682

    SMWB1171

    Mural Trail fikrini çok beğendim. Şehri güzelleştirmenin güzel bir yolunu bulmuşlar. Keşke bizim kentlerimizde de böyle çizimler olsa. Başta çirkinliğiyle beni şoke eden şehir, mezarlığı ve sokak sanatıyla kalbimi kazandı.

    Şehirde dikkatimi çeken bir diğer şey de insanların aksanı oldu. Aylardır İngiltere’de İngiliz aksanına bayağı alıştım diye düşünüyordum ama buradaki gerçekten bambaşka bir dil gibi.

    Geceyi evimizde geçirdikten sonra her sabah olduğu gibi valizimizi toplayıp yine düştük yollara. Edinburgh’a geçmeden önce yolda The Kelpies denilen 30 metre yükseklikteki devasa at kafalarının olduğu yere uğradık. At gücü İskoçya’nın endüstriyel ve ekonomik tarihini şekillendiren önemli bir etkenmiş. Anıtlar ismini 10 atın gücüne ve dayanıklılığına sahip şekil değiştirebilen mitolojik periden almış. Atlara bu ismi vererek İskoçya’nın değişen peyzajı, dayanıklı suyolları ve güçlü toplumu ile analoji kurmuşlar. Bu kocaman çelik heykellere hepimiz bayıldık. İskoçya’ya yolunuz düşerse mutlaka uğrayın derim.IMG_7746

    Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla gece ışıklandırılmış hallerinin de muhteşem olduğunu söyleyebilirim. Heykellerin karşısında atlarla ilgili hediyelik eşyaların satıldığı ufak bir dükkan ve kafe de vardı.

    Sonrasında tekrar yola çıktık ve kısa bir süre sonra Edinburgh’a vardık. Bu arada şehir “Edinbra” diye telaffuz ediliyor, aman dikkat! Burada 2 gece Kuzey Denizi’nin kenarındaki Portobello semtinde bir evde kaldık. Bu seferki evimiz ve üst katımızda yaşayan ev sahibimiz tam anlamıyla mükemmeldi. 13 yaşındaki ikiz oğulları okuldan dönüşte Kuzey Denizi’nde yelkenliyle açıldılar. Dünyada böyle güzel hayatlar da yaşanıyor. Benim de payıma düşen hiç tanımadığım insanların evlerine, yaşantılara tanık olmaktan yaşadığım mutluluk oldu.IMG_7755

    IMG_7982

    Eşyalarımızı bırakıp doğruca Edinburgh Kalesi’ne gittik. Şehrin kalbi, sönmüş bir yanardağın üzerinde kurulmuş kalenin etrafında atıyor. Daha önce içini gezdiğim için bu sefer dışarıdan bakmakla yetindik.IMG_7775

    IMG_7779

    Buralara geleli 6 sene olmuş ama sanki ilk defa görüyormuşçasına şehirden yine çok etkilendim. Bir de insan Glasgow’dan gelince resmen bir masalın içine düşmüş gibi hissediyor kendini.IMG_7765

    IMG_7767

    Kaleden aşağıya inen yola Royal Mile deniyor. Aslında bu yol tam bir mil değil 1 mil 150 yardaymış.  Bu nedenle ölçümün içkiliyken yapıldığı halk arasındaki alay konularından birisiymiş. Bu yol üzerinde restoranlar, hediyelik eşya dükkanları ve gayda çalan etekli amcalar vardı.IMG_7795

    IMG_7798_2

    Oradan Edinburgh’nın ünlü alışveriş caddesi Princess Street’e indik. Bu caddenin sol tarafında hiç bina yok, onun yerine kocaman yemyeşil Princess Street Gardens adında bir park var. Buradan kalenin manzarası da mükemmel. IMG_7822

    IMG_7828

    Bahçeyi gezip geçen gelişimizde yaptığımız gibi yolun karşısındaki Starbucks’a oturup kale manzarasına karşı kahvelerimizi yudumladık. Bence burası dünyanın en güzel manzaralı Starbuckslarından birisi.

    Akşam çok geç olmadan evimize döndük. Çünkü ertesi sabah saat 08:00’de kalkacak olan günübirlik bir Kuzey İskoçya yani “Highlands” turu satın almıştık. Edinburgh çıkışlı çeşit çeşit Highlands turları var. Kaleler, göller ve viski tadım turlarına günübirlik veya konaklamalı katılabilirsiniz.

    Biz geçen gelişimizde Loch Ness turu yapmış ve memnun kalmıştık. Bu sefer yine aynı turdan satın aldık. Loch İskoççada göl anlamına geliyor. Loch Ness, bizdeki Van Canavarı gibi adı Nessie olan Loch Ness Canavarı’yla ünlü bir göl.

    İskoç ezgileri eşliğinde büyük bir otobüsle yola çıktık ve gün boyunca 560 km yol yaptık. Sisli ve karlı yollardan geçtik. Birkaç yerde ufak ufak molalar verip Fort Augustus Kasabası’nda durduk. Buradan isteyenler tekne turuna katılıp gölde gezinti yaptılar.IMG_7894

    IMG_7905

    Biz geçen sefer tekne turu yaptığımız için bu sefer kasabada kalmayı tercih ettik.IMG_7913

    Sonrasında yine birkaç mola vererek akşam 20:00’de Edinburgh’ya vardık.IMG_7939

    Bu arada rehber yol boyunca ülke ve bölge hakkında bilgi verdi bizlere. Harry Potter, James Bond, Game of Thrones gibi filmlerin çekildiği yerlerden geçtik. Yolculuğumuzun büyük bir kısmı otobüs içinde geçtiği için biraz yorucu oldu açıkçası. Ama yine de buralara gelmişken Highlands’i görmeden dönmek olmazdı diye düşünüyorum.

    Tur sonrasında Grassmarket’te akşam yemeğimizi yedik. Burası yan yana bar ve restoranların olduğu, kaleye yakın, çok güzel bir cadde.

    Ertesi gün İskoçya ile vedalaşma vakti gelince yola çıkmadan kahvaltımızı evin yakınındaki Portobello Sahili’nde yapalım dedik. Kuzey Denizi’ne açılan bu sahil inanılmaz güzeldi. Romantik sahil fotoğraflarına bayıldığımı önceki yazılarımdan biliyorsunuz zaten.IMG_7994

    IMG_7999

    Bu sefer istikamet güneye doğruydu. Akşamüzeri Nottingham’a vardık, arabayı sağ salim teslim edip rahat bir nefes aldık.

    Ertesi gün Nottingham’da hava muhteşemdi. Günlerdir üşümekten büzüşen vücutlarımızın mutluluğunu tahmin edebilirsiniz. Zaten ekip bütün tatil boyunca havanın soğuğundan, ülkenin pahalılığından ve İngiliz mutfağının kısırlığından başımın etini yemişti. Son günü böyle geçirmek tüm her şeyi unutturdu.

    Güne Wollaton Park’ta başladık. Sıcak havadan geyiklerin de keyfi oldukça yerindeydi.IMG_8119

    IMG_8141

    Daha sonra şehir merkezine indik. Old Market Square’de tüm çocuklar süs havuzundaydı. Burada böyle bir manzara gördüğüme şaşırmadım değil.IMG_8144

    Akşama doğru kaleye doğru yürüyüp 1189’de kurulmuş ve İngiltere’nin en eski barı olduğu iddia edilen Ye Olde Trip to Jerusalem’e gittik. Herkes sokaklara taşmıştı. Şehri hiç bu kadar güzel görmemiştim. IMG_8156

    IMG_8169

    Gezinin kapanışını da Robin Hood’la yaptık.IMG_8193

    Ertesi gün sabahtan herkes Türkiye’ye doğru yola çıktı. O kadar güzel geçen bir haftadan sonra odama yalnız dönmek benim için biraz buruk oldu haliyle. Ama yine de herkesin memnun kaldığı, unutulmayacak bir geziye vesile olmaktan memnun oldum. Bu geziyle birlikte bu topraklarla ilgili kurduğum hayalleri tamamlamaya çok yaklaştım. Kalan aylar içinde aklımdaki bir iki yeri de görebilirsem iç rahatlığıyla valizimi toplayıp döneceğim inşallah.

  • Manchester Gezisi

    Birleşik Krallığın Londra ve Edinburgh’tan sonra en çok ziyaret edilen üçüncü şehri Manchester’dan merhaba! Sınıftan birkaç kişi trene atlayıp hem okul turu için vize başvurusu yapmaya hem de şehri görmeye geldik. Güne tren yolculuğuyla başlamak benim için zaten anlatılamaz bir mutluluk, şehir de hoşumuza gidince oldukça keyifli bir gün geçirmiş olduk.IMG_6518

    Manchester Piccadilly Tren İstasyonu’nda şehre ilk adımımızı attık. Manchester, sanayi devrimin doğduğu yer olarak biliniyor. Şehir, bilim, sanat, müzik, spor gibi birçok alanda başarıları ile tanınıyor. Aynı zamanda atomun ilk parçalandığı ve dünyadaki demir yolunun ilk kurulduğu yermiş.IMG_6520

    Şehir bizi değişik köprüleri, kiremit rengi binaları ve sapsarı tramvaylarıyla karşıladı.IMG_6523

    IMG_6524

    İlk durağımız yürüme mesafesindeki Market Street’ti. Burası şehrin ünlü alışveriş caddelerinden biri. Yolda kurulu ufak bir pazardan geçip merkez sokaklarda gezindik. Şehir merkezi gerçekten büyük ve hafta içi olmasına rağmen kalabalıktı.IMG_6530

    IMG_6535

    IMG_6538

    Manchester Katedrali’nin girişinin ücretsiz olduğunu öğrenince buraya da uğradık. Öğrenci bütçemle kiliselere ve katedrallere para vermekten yorulduğumdan daha önceki yazımda bahsetmiştim.IMG_6541

    Kilisenin kulesinde restorasyon, içerisinde de akşam yapılacak bir organizasyonun hazırlığı vardı.IMG_6543

    IMG_6545

    Araya vize başvurumuzu sıkıştırıp, otobüse binip Manchester United’ın stadyumunda soluğu aldık. Bu arada şehrin Premier Lig’de oynayan iki takımı var: Manchester United ve Manchester City. Şehre gelmişken yapılacak aktivitelerin en başında da bu takımların stadyumlarını gezmek geçiyor. Biz de geleneği bozmayıp birini gezelim diye düşündük. Ama sorun şu ki, şehir resmen hangi stadyumun gezilmesi gerektiğine dair ikiye bölünmüş durumda.

    İnsanların bir kısmı Manchester United’ın köklü bir tarihi olduğu için Old Trafford Stadyumu’nu görmenin daha anlamlı olduğundan; diğer kısmı ise Manchester City’ye ait Etihad Stadyumu’nun daha gösterişli olduğundan bahsediyorlar.

    Biz ekipçe oyumuzu Manchester United’dan yana kullanarak yaklaşık 1,5 saat süren stadyum turuna katıldık. Tura başlamadan önce takımın müzesini gezme şansınız da var. Bana kupalarla dolu gelen bu alan, takımın tarihinin anlatıldığı ve eminim ki fanatiklerin çok hoşuna gideceği bir bölüm.IMG_6564

    Sonrasında tura başladık. Stadyuma bir girdik ki, o yeşil ile kırmızının canlılığını ve güzelliğini fotoğraflarla anlatmak inanın çok zor. Takımın takma adı da “the Red Devils” yani “Kırmızı Şeytanlar”mış.IMG_6575

    Rehber uzun uzun sahanın malzemesinin %97’sinin çimen olduğundan, bakımının ne kadar maliyetli olduğundan ve tasarımından bahsetti. Daha sonra maçların bitiminde yapılan basın açıklaması salonuna gittik. Burada bazen futbolcu sözleşmeleri de imzalanıyormuş.IMG_6585

    Turun en güzel yanlarından biri de oyuncuların soyunma odasını görmek oldu. Ronaldo sürekli aynada kendine baktığı için odadaki aynanın ismi Ronaldo aynasıymış.IMG_6599

    IMG_6609

    IMG_6600

    Turun bitiminde bizi iki takıma ayırıp anonslar eşliğinde futbolcuların çıktıkları yerden sahaya çıkarttılar. O yüksek ses eşliğinde ısınma hareketleriyle hep birlikte sahaya koştuk. Bu kısma bayıldım, acayip heyecanlıydı. Ünlü bir futbolcu olmak inanılmaz güzel bir duygu olmalı.

    Sonrasında fotoğraf çekimleri ve hediyelik eşya mağazasında alışverişler derken turu bitirdik. Futbolla hiç ilgisi olmayan birkaç kişi olarak hepimiz turdan çok memnun kaldık. Kesinlikle tavsiye ederim.IMG_6682

    Akşamüzeri Salford Quay denilen rıhtıma indik. Buradaki köprülerin ve binaların mimarileri gerçekten ilginçti. Hava kapalı olmasına rağmen ortam çok güzel gözüküyordu. Birleşik Krallığın en büyük BBC merkezi de buradaymış. Dilerseniz turla stüdyolar gezilebiliyor.IMG_6647

    IMG_6634

    IMG_6638

    IMG_6639

    Akşam yemeğimizi burada yiyip tekrar şehir merkezine indik. Trenimizin kalkmasına birkaç saat daha vardı. Şehrin gece hayatı çok ünlü, şehrin ekonomisinde de büyük bir katkısı varmış. Sokaklarda gezinirken aramızdaki gece hayatları konusundaki en uzman kişi burada güzel yerlerin kokusunu alıyorum, şu tarafa dönelim, sonra şuraya gidelim diyerek bizi bir sokağa çıkarttı. Tamamen tesadüf bir şekilde kendimizi Canal Street’te bulduk, meğerse burası Manchester’ın gey mahallesiymiş. Hepimiz arkadaşın koku alma yeteneğine çok güldük.

    Cadde boyunca bir sürü bar vardı ve her yer rengarenk gök kuşağı ışıkları, LGBT bayraklarıyla doluydu. Henüz gece tam başlamamış olsa da hayatın burada oldukça renkli aktığı belliydi.IMG_6665

    Rastgele bir yere oturup bir şeyler içtik. Neyse ki barlara herkes girebiliyor. Benim için oldukça ilginç bir tecrübe oldu.
    IMG_6664

    Tren vakti gelince mecburen istasyona doğru yola koyulduk. Hızlıca geçen keyifli bir günün ardından metropollerin de istenirse güzel bir şekilde tasarlanıp insana mutluluk verebileceğine şahit oldum.